HUNTİNGTON’UN KEMALİZM ANLAYIŞI- BATILILAŞMA VE YAPISAL SORUNLAR-KEMALİST YANILGILAR

 ("Clash of Civilizations", of a post-Cold War new world order.)

(8)

Samuel Huntington, 20. yüzyılın ilk yarısında hâkim olan, 'dinin zamanla yok olup gideceği' şeklindeki düşünceye değinerek, o zamanlar bu düşünceyi sadece dinin yok olmasını isteyenlerin değil, bu duruma üzülenlerin dahi kabul ettiğini ifade ediyor. Bilimin, akılcılığın ve pragmatizmin dini ortadan kaldıracağını, hoşgörülü, rasyonel, pragmatik, ilerlemeci, hümanist ve laik olarak nitelendirilecek yeni bir toplumun ortaya çıkacağını öngören bu görüş, 20. yüzyılın ikinci yarısında geçerliliğini yitirdi. Zira bu dönemde ekonomik ve sosyal anlamda dünya çapında (tahmin edildiği gibi) ciddi bir değişim yaşanmış olsa da, dini inançlar yok olmadı. Aksine, insanların dine dönmeleriyle birlikte, inançların da aynı ölçüde küreselleştiğine ve uyanışa geçtiğine şahit olundu.

Samuel Huntington, yüzyılın ikinci yarısında insanların tekrar dine dönüşüne Gilles Kepel'in 'Tanrı'nın İntikamı' (le revanche de dieu) adını verdiğini belirtiyor. Dine yönelişin, 1970'lerin ortalarından başlayarak her kıtayı, her medeniyeti ve hatta her ülkeyi tesiri altına aldığını belirten Huntington, bu duruma çeşitli örnekler veriyor. 1994 yılında, 25 yaşın altındaki Rusların %30'unun ateizmden Tanrı'ya inanca geçtiklerini söylediklerini, Rusya'da kilise çanlarının tekrar duyulur olduğunu, Orta Asya'da binlerce cami açıldığını belirten Huntington, Soğuk Savaş sonrası dönemde politik ideolojilerin yerine medeniyetlerin belirleyici olduğu bu ortamda, uluslararası ilişkilerin yeni bir nitelik kazandığını ifade ediyor. (İdeolojik bölünme veya ideolojik savaş değil, kimlik savaşı olacaktır. Diyor.)

Huntington, inançların ile değerlerin (doğal olarak) iç içe geçmiş olan yapısına dikkat çekiyor. Bütün bunlar sonucunda, Huntington'ın George Weigel'den alıntıladığı 'Dünyanın sekülerleşmekten uzaklaşması, 20. yüzyılın son döneminin en baskın sosyal vakalarından biridir' şeklindeki ifade ediyor.

Mensuplarının İslamiyet’i sadece bir din değil, aynı zamanda bir hayat tarzı olarak algıladıklarını belirten Huntington, İslam'ın günümüzde yaşanan problemlere bir 'çözüm' olarak algılandığını da ifade ediyor. Endüstriyelleşmeyi kabul edip Batılılaşmayı reddeden Müslüman toplumların, İslamiyet’i sadece bir kimlik değil, aynı zamanda bir güç, kalkınma ve umut kaynağı olarak görmeleri sonucunda 'İslam çözümdür' düşüncesi kökleşmektedir. Diyor.

Huntington, İslami toplumların, 'değerlerine yeniden sahip çıkma' süreçlerini sadece politik alana indirgemiyor. ‘İslami Diriliş'in entelektüel, kültürel, sosyal ve politik yönleri olan dünya çapında bir hareket olduğunu belirten Huntington, söz konusu diriliş'in dar bir bakış açısıyla İslami fundamentalizme indirgenemeyeceğini ifade ediyor.

Huntington, İslami Diriliş'in dünyadan izole olmayan, yayılmacı bir niteliğe sahip olduğunu belirtmesine rağmen, fundamentalizm konusunu bu bütünden sağlıklı bir şekilde ayrıştırmış olmasının verdiği rahatlıkla, diriliş'in aşırılık (extremism) içermediğini dahi ifade edebiliyor. İslami radikalizmle bu dirilişin bir ilgisinin olmadığını söyleyebiliyor. John L. Esposito'nun 'İslami Tehdit: Mit mi Gerçek mi?' adlı kitabından bir alıntı yapıyor.

Esposito, Müslüman ülkelerde İslami yayınların, camiye gidenlerin, oruç tutanların, namaz kılanların, alkolden uzak duranların sayısının artmakta olduğunu, İslami değerlere ve giyim tarzına artık daha çok önem verildiğini, sufizmin geleneğinin yeniden canlanmakta olduğuna dikkat çekiyor... Sudan'lı lider Hasan el Turabi’yi örnek gösteriyor. Turabi, İslami Diriliş'in ne kişisel dindarlıktan ne de entelektüel, kültürel ya da politik bir hareketten ibaret olmayıp, bütün bunları içine alan, toplumun baştan aşağı yeniden yapılandırılmasını öngören çok daha geniş kapsamlı bir uyanış olduğunu belirtiyor.

Kapalı bir toplumu öngören, Açık Toplum'un gereklerinin her birini de, rejimin ideolojisinin bekasına(!) yönelik birer tehlike olarak algılayan bu yaklaşım, çoğu zaman dünyanın geri kalanından kopuk bir şekilde kendi hayali cennetinde yaşamaya çalışıyor ve bunun artık mümkün olamayacağını her hissettiğinde yeni bir 'varolma savaşı' başlatıyor. Bütün bunlardan ötürü de, her toplumun zaman içerisinde yaşadığı küçük ve sıradan doğal değişimler dahi, Türkiye'de 'rejime muhalefet' olarak algılanabiliyor. Sonuç olarak da, ister istemez değişmek zorunda olan (daha doğru bir ifadeyle, 'değişmiş olan') bir toplumun 1930'larda donmuş olan bir ideolojinin kalıplarına sığamaması sonucunda yaşanan sancılar Türkiye'nin siyaset gündemini belirliyor.

Osmanlı Devleti'nin sona ermesinin ardından merkez ülkesiz kalan İslam dünyasının bugünkü durumunu Samuel Huntington son derece zekice bir tabirle 'Birliksiz Bilinçlilik' (consciousness without cohesion) olarak nitelendiriyor. Zira dünya Müslümanlarının çok önemli bir kısmının İslami Diriliş öncesinde dahi kendilerini her şeyden önce Müslüman olarak tanımlayacak derecede bilinçli olmalarına rağmen, Osmanlı'dan bu yana herhangi bir uzun ömürlü birlik tesis etmeleri mümkün olmadı. Diyor.

Bugünün dünyasında Batı, Çin, Hindu ve Ortodoks medeniyetleri, merkezi ya da merkezleri olan devletlerden meydana gelmektedir. Bu medeniyetlerin merkez ülkelerinin her biri, nükleer silahlara da sahip olan ciddi birer askeri güçtür. Ekonomik alanda da benzer bir durum söz konusudur. Kendilerini savunacak pozisyondadırlar.  Batı medeniyetinin merkez ülkeleri günümüzün ekonomik liderleri iken, Çin ve Hind medeniyetlerinin çok hızlı büyüyen merkez ülkeleri de, önümüzdeki yıllarda liderliği ele geçirme mücadelesi veriyorlar. 20. yüzyılın süper gücü olan Ortodoks medeniyetinin merkezi Rusya'nın da (şu an için aynı derecede şansı olmasa da) benzeri bir mücadele içinde olduğu söylenebilir. Bu dört medeniyete ek olarak, medeniyetine başka bir ülkede rastlanmayan Japonya da, dünyanın ikinci büyük ekonomisi olarak tek başına ayrı bir güç odağı olarak varlığını sürdürdüğü açıkça görülüyor.

Özetle, dünyanın sekiz medeniyetinden merkeze ya da merkezlere sahip olan beşi, dünya üzerinde belli bir ağırlığa ya da iddiaya sahip ülkelerdir. Merkezsiz üç medeniyet için ise böyle bir durum söz konusu değildir. Bu durum, Latin Amerika, Afrika ve İslam medeniyetlerinin dünyanın ikinci ligini ve geri kalmış takımını oluşturduğu anlamına geliyor.

Spesifik anlamda İslam medeniyeti, 1400 yıllık tarihinin en sefil ve en acınacak halini yaşıyor. Huntington'ın 'merkez ülke' tanımına göre, İslam medeniyetinin bir merkez ülkeye sahip olmaması aslında şu anlama geliyor: İslam ülkeleri arasında, büyük bir ekonomiye ve güçlü silahlara sahip olan, dünyadaki Müslümanlara dini ve politik alanlarda liderlik etmeye kendini adamış, İslami kültüre kaynaklık edebilecek çapta bir tek ülke bile yoktur. Bu durum, İslam dünyasının mevcut dünya dengeleri üzerinde herhangi bir ağırlığı olmadığı anlamına geliyor. Böyle bir ülke yok görünüyor.

Huntington, bunları söyledikten sonra İslam dünyasının liderliğine aday ülkelerin güç potansiyellerini kıyaslayan bir önermede bulunuyor.