TARİHİN İÇİNDEN * İŞBİRLİKÇİLİK * SULTAN ABDÜLHAMİT’i PARLATMAK ve GERÇEKLER

Yazıya giriş

2002’den buyana AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye için karanlık günler başladı.Güçlü yabancı Devletlerin , dünyaya egemen olan Uluslararası şirketlerin hedefinde olan Türkiye DEMOKRASİ söylemleriyle ağır bir emperyalist saldırı altına  alındı  . Ülkeler artık böyle işgal ediliyordu . Bu işgalin gerçekleşmesi için Küresel baronlarla işbirliğine giren yöneticileri işbaşına getirebilmek zorunluğu vardı . Tıpkı 1918’de İstanbul’un işgalinde Londra’ya telgraf çeken İngiliz Komiseri Ryan’ın telgrafta yazdığı gibi ;
 
“İşbaşına öyle yöneticiler getireceğiz ki dindar gözüküp bize hizmet edecekler”

İşte böylesi yöneticiler , Devlet yönetimini bilmeyen, yeterli deneyim ve eğitimi olmayan, entellektüel evrensel kültür ve tarih bilgisinden uzak , Sadece din tabanlı eğitim almış , liyakati, deneyimi, bilgiyi önemsemeden sadece ve sadece kendisi gibi olanlara Devlette kadro veren yönetim ,Türkiye’yi iç ve dış politikada , Ekonomide , bağımsızlıkta ve Ulusal çıkarlarımızın korunmasında derin bir çıkmaza ve kayıplara sürükledi. Emperyalizmle el birliği yaparak Mili ekonomiyi talana açtı.
 
Ülke aydınlarına ve T.S.K’ya karşı kurulan derin kumpaslara aracılık ederek ağır bir baskı rejimini kurmaya başladı . Tüm bunlar olurken rüşvet ve büyük yolsuzluklar İktidar hükümetinin her bir yanını sardı . Dünyanın en büyük siyasi yolsuzlukları ülke yönetiminde bulunan “kifayetsiz muhterislerin ” (beceriksiz/yetersiz/bilgisiz hırsına yenik düşen) zenginleşmesine neden oldu .Onlar zenginleşirken halk yoksullaşıyordu.
 
Bu yönetici takımı Türkiye’yi sözde DEMOKRASİ adına emperyalist işgale açarken , Laik Cumhuriyete ve Atatürk’e karşı olan düşmanlıklarını öne çıkartarak Laik Demokratik Cumhuriyet yönetimini bir Din devletine evriltecek yapılanmayı Devlet içinde başlattılar. İmam Hatip/İlahiyat eğitimi almış olanlar eğitimleriyle hiç ilgisi olmayan Devlet yönetim kadrolarına atandı.. Devleti içinden çökertmeye başladılar.
 
Yüksek yargıyı , TSK’yı , İstihbaratı ,  Dış politikayı kendilerine göre şekillendirerek denetim altına aldılar. Kuvvetler ayrılığı kuramını yok ettiler. Var olan Ulusal kırmızı çizgilerimizi sildiler .Komşu ülkelere etnik ve mezhep teröristleri ihraç ederek Türkiye’yi tüm komşularıyla kavgalı , sözüne güvenilmez bir ülke haline getirdiler. Yunanistan Ege’deki ada/cıklarımızı bir bir ilhak ederken sessiz kaldılar.Eğitim sistemini arap cahiliyesiyle özdeşleştirmeye başladılar .

LAİK CUMHURİYET VE ATATÜRK’ÜN DÜŞMANLARI VE TORUNLAR

Var olan durum vaziyetinde 1.Dünya harbinde yaşadıklarımızı anımsamak gerektir.

İŞBİRLİKÇİLER

İskilipli Atıf Efendinin Teali İslam Cemiyeti Başkanı (Reisi Evvel) olarak yayınladığı bildiriden birkaç satır aktaralım:

“Mustafa Kemal ve Kuvvayı Milliye maskaraları Yunan askerlerinin önünden kaçıyor. Zavallı saf ve gafil halktan topladıkları askerlere ‘siz burada onlarla savaşın, biz de arkalarını çevirelim’ diyerek sıvışıyorlar. Yazık ki halkımız Talât, Enver, Cemal, Mustafa Kemal gibi beş on eşkıyanın vücudunu ortadan kaldırmak için gereken fedakarlığı yapmıyor. İngilizleri kızdırdınız, üzerimize Yunanlıları musallat ettiler. Şimdi usulca oturup yenilginin sonuçlarına katlanmak yerine Yunanlılarla harbe tutuşuyorlar. Bu eşkıyaları ve asileri en kısa zamanda bertaraf etmek hepimize farzdır.

Harp yıllarında sizleri cephe cephe sürükleyen ve din kardeşlerinizin suçsuz yere ölmelerine sebep olanlar arasında Mustafa Kemal, Ali Fuat, Bekir Sami gibi zalimler de vardı. Siz bu zalimlerin cinayetlerine daha ne kadar göz yumacaksınız?

Elinize aldığınız bu fetva Allah’ın emridir, Padişah fermanıdır. Sizler bu katil canavarları daha fazla yaşatmamakla mükellef ve görevlisiniz. Bunların vücudlarını külliyen ortadan kaldırmak Müslümanlık için farz olmuştur.”

Üzücüdür ki geçmişte ve bugünlerde Yabancılarla işbirliği yapanların sayısı çoktur ;

İngilizlere Yalvaran Bir Osmanlı Padişahı: Vahdettin

“Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri” adlı kitabın yazarı Gotthard Jaeschke, VI. Sultan Mehmet Vahdettin’in İngiliz dostluğunu kazanmak için “İngilizlere yalvarıp yakardığını” belirtmiştir. Sina Aksin de, “İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele” adlı kitabında Vahdettin’in İngilizlerle ilişkilerini anlatırken, “Yalvaran Bir Padişah” başlığını kullanmıştır.

Belgeler, G. Jaeschke’nin ve S. Akşin’in bu değerlendirmelerini doğrulamaktadır.

Akşin, Vahdettin’in aşın İngilizciliğini, “Saray, kurtuluşu İngiliz İmparatorluğu ile bütünleşmekte görüyordu; çünkü halife sıfatı ancak bir Müslüman imparatorluk camiası içinde anlam ve değer taşıyabilir, dolayısıyla saygı görebilirdi” diye açıklamıştır.

Fethi Tevetoğlu, “Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar” adlı kitabında, İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin kurucularından birinin doğrudan Sultan Vahdettin olduğunu belirtmiştir:

“Türkiye İngiliz Muhipler Cemiyeti, başta Padişah VI. Mehmet Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nazırı Ali Kemal, Adil, Mehmet Ali ve Saadettin Beylerle, Ayan’dan Hoca Vasfi efendi olmak üzere, İngilizlerin idareye biran önce el koymasını isteyen ve İngiliz himayesi projesini hazırlayan, milli güç ve güvenden yoksun, umudunu yitirmiş gafiller, korkaklarla, bir takım satılmışlar tarafından, İngilizlere muhabbet ve taraftarlık, kendilerine çıkar sağlamak için, Milli Mücadele’ye karşı kurulmuş bir ihanet şebekesidir.”

Padişah Vahdettin, güvendiği adamlarını İngiliz yetkililere göndererek bıkıp usanmadan “İngiliz yardımı” dilenmiştir. General Milne, 16 Aralık 1918’de İngiltere’ye gönderdiği raporda, “Padişahın Sami Bey’i Ordu Genel Karargahı’na gönderdiğini, Türkiye’nin idaresini mümkün olduğu kadar çabuk ele alması için Britanya Hükümeti’nden istirhamda bulunduğunu, bansın beklenilmesi halinde geç kaimmiş olacağım söylediğini, Britanya memurlarının kontrol maksadıyla memleket içine gönderilmesini ve bu takdirde Britanya subaylarının idareye yardımda bulunmalarım rica ettiğim” bildirmiştir.

Görüldüğü gibi Padişah, Sami Bey’i, İngiltere’nin, Türkiye yönetimine el koyması için yalvarmakla görevlendirmişti.

http://sinanmeydan.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=431:vahdettn-dosyasi&catid=62:yazlar&Itemid=228

***

Bu konuda daha onlarca isim ve örnek vermek olasıdır.Emperyalizm Müslüman ülkeleri işgal ederken önce din adamlarından yandaş devşirmektedir.Özetle dünküler ile bugünkülerin pek bir farkı yoktur.

AKP yöneticilerinin ve tarihi gerektiğince bilmeyen geçmişi kanlı olan TBMM başkanının bugünlerde Osmanlı’yı ve II:Abdülhamit’i yalanlarla parlatmaya çalışmaları beyhude bir gayrettir. Aşağıdaki SULTAN ABDÜHAMİT’i parlatmak başlıklı yazıyı okurken işbirlikçi dedeleri ve torunları konusunu gözden kaçırmayınız .

Naci Kaptan

Naci Kaptan / 25.09.2016

Mehmet Akif, Abdülhamit’e şöyle sesleniyordu

Ne yüce kavm idik; yazık ki sen geldin sefil ettin
Bütün gelecek ümidini imkansız kıldın, yok ettin
Rezîl olduk… Sen ey kanlı kâbus, sen rezîl ettin!
Gayret ifâde eden bir pak alın her kimde gördünse,
“Bu bir cani” dedin sürdün, ya mahkum eyledin hapse.
Hafiyelerini vekil edip her vicdana, her hisse.
Düşürdün milletin en kahraman evladını ye’se
Ne lanetlisin ki rahmetler okuttun ruh-i İblis’e!

***

İstibdat, (despotluk): Hiçbir hak ve özgürlük tanımayan sınırsız monarşi, mutlak hâkimiyet; anlamına gelir.

Tarihte; Meşrutiyet yönetimini tahta geçebilmek için kabul eden II. Abdülhamit, Sadrazam’ın gölgesinde kalmayı hazmedemeyerek, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşını bahane ederek parlamentoyu, (Meşrutiyeti) lağvetti. II. Meşrutiyet ilan edilene kadar geçen döneme Abdülhamit’in İstibdat (baskı) dönemi denir. Bu dönemde anayasal haklar kısıtlanmış ve baskılar artmıştır. Yapılan baskı çoğunlukla “meşrutiyet yanlıları” üzerine olmuştur. Hafiye teşkilatı kurulmuş, jurnalciler teşekkül etmiştir.

***

ulusalkanal.com.tr
Doğu Perinçek

Abdülhamit Han’ın izinden nereye gidilir?

Bu sorunun yanıtını herkes biliyor. Daha önemlisi, bu sorunun yanıtını tarih vermiştir. Yanıt, çağın yanıtıdır. AKP’nin Abdülhamitçi yöneticileri, istedikleri kadar çırpınsınlar, hatta yırtınsınlar Abdülhamit’i tekrar tahta oturtamazlar. Nahit Sırrı Örik’in o güzel romanını hatırlayınız: “Sultan Hamit Düşerken”. Sultan Hamit, devrilmiştir ve bundan sonra yer çekimi yasasına tabidir, onu kimse uçuramaz, yükselme şansı yoktur, hep düşecektir.

Abdülhamit’in saltanatı, 1909 yılında son bulmadı, Abdülhamit’in tahtı sonsuza kadar devrilmiştir. Artık Türkiye’nin geleceğini belirleyen güç, ABD emperyalizmi değildir. Abdülhamit’i tahtına oturtabilecek bir kuvvet bulunmuyor. Abdülhamit’in yolundan gitmeye kalkışanlar, Abdülhamit’in sonunu paylaşacaklardır.

VATAN SAVAŞINA DARBE

Konu bir tarih tartışması değil. Türkiye’nin bugün yürüttüğü Vatan Savaşıyla ilgilidir. AKP yöneticileri, İkinci İstiklâl Savaşındayız diyorlar, güzel. Peki İkinci İstiklâl Savaşımızı Abdülhamit bayrağı açarak mı yürütecekler?

Abdülhamit’i mızrak haline getirenler, bu milleti bölerler. Mehmet Akifleri de karşılarına alırlar. Türk milletinin büyük çoğunluğu onların karşısındadır. Hatta kesin olarak belirtiyorum: AKP’ye oy verenlerin çoğunluğu, AKP örgütlerinin çoğunluğu dahi Abdülhamit bayrağı altında toplanmaz.

Abdülhamit, iç cepheyi dağıtır, vatan savaşını arkadan hançerler. Abdülhamit’e yaslanarak, ancak emperyalizmin koluna girilir.

Türk milleti, ancak çağdaş değerler ekseninde birleştirilir. Türk Milletini birleştiren bayrak var. O, Mustafa Kemal Atatürk’tür. Millet ile Orduyu, millet ile devleti birleştiren bayrak odur. Abdülhamit, Atatürk’e karşı savaş bayrağıdır. Abdülhamit, Mustafa Kemalleri hapislere atan sultandır. Abdülhamit bayrağı açarak Fetullahçılık yapılır ama vatan savaşı yürütülemez.

ABDÜLHAMİT’İ MEHMET AKİF’TEN ÖĞRENİN

Mehmet Akif, Abdülhamit’e şöyle sesleniyordu, günümüz Türkçesiyle veriyoruz:

Ne yüce kavm idik; yazık ki sen geldin sefil ettin
Bütün gelecek ümidini imkansız kıldın, yok ettin
Rezîl olduk… Sen ey kanlı kâbus, sen rezîl ettin!
Gayret ifâde eden bir pak alın her kimde gördünse,
“Bu bir cani” dedin sürdün, ya mahkum eyledin hapse.
Hafiyelerini vekil edip her vicdana, her hisse.
Düşürdün milletin en kahraman evladını ye’se
Ne lanetlisin ki rahmetler okuttun ruh-i İblis’e!

DÜNYADA EN GEÇERLİ TÜRK MARKASI

Uluslararası pencereden bakınız, Abdülhamit bir demokrasi ve özgürlük markası değildir, saltanatın, karanlığın, despotluğun, hürriyet düşmanlığının simgesidir. Bugün dünyada en ünlü Türk markası, Genç Türk’tür. Demokrasiye bağlı olan insanlık, Türkiye’de Abdülhamit’in saltanat ve zulmüne son verenlere, hürriyet fedailerine değer veriyor.

Dünyanın neresinde bir gençlik hareketi olsa, ona hemen Japonya’nın Genç Türkleri, Mısır’ın Genç Türkleri, Afrika’nın Genç Türkleri diyorlar. ABD de bile hürriyetçiler kendilerine Genç Türk adını veriyorlar. Dünyada Abdülhamit adına demokrasi savaşı veren kimse yok.

AVRASYA’NIN DEĞERSİZLERİ VE DEĞERLERİ

Bugün Türkiye Batı Asya ülkeleri ve Avrasya ile birlikte cephe tutuyor. Buna güvenliğimiz için de mecburuz, ekonomik gelişmemiz için de!

Abdülhamit diye tutturanlar, İran’dan Rusya’ya, Orta Asya Türk cumhuriyetlerinden Çin’e kadar yobazlık bildirisi yayınlarlar, “İslamcılık” bayrağı altında terör yapanların koruyucusu konumuna düşerler. Onlarla ne Rusya, ne Çin, ne de Batı Asya ülkeleri işbirliği yapar. Kendilerini ABD emperyalizminin ve İsrail Siyonizminin kucağında bulurlar.

Bunları bilerek vurguluyoruz. O devletlerle görüşüyoruz. Hepsi Türkiye’de Atatürk rotası istiyor, Atatürk düşmanlarına kuşkuyla bakıyor, hatta Atatürk düşmanlarını düşman başlığı altında görüyorlar.

31 MART’IN GİTTİĞİ YER

İki yüzyıllık hesaplaşmadır bu.
Abdülhamit, Mithat Paşaları Taif zindanlarında boğdurdu.
Abdülhamit, Türkiye’nin Hürriyet kahramanlarını zindanlarda çürüttü.
Artık o devir geride kaldı.

Türkiye, 1908 Devrimiyle ve arkasından İstiklâl Savaşıyla hürriyet ve istiklâl yoluna girmiştir. Hele 15 Temmuz Amerikancı FETÖ darbesinin ezilmesinden sonra, Rotayı artık emperyalistler, sultanlar, tarikatlar ve cemaatler belirleyemez.

Herkes biliyor. Abdülhamit bayrağı açmak, Türkiye’nin Hürriyet ve İstiklâl mücadelesinden intikam almaya kalkmaktır. Ancak intikam alamazlar. 31 Mart bayrağı altında toplananlar, 31 Martın gittiği yere giderler. FETÖ ile  yuvarlandığı çukurda buluşurlar.

Abdülhamit bayrağı açmak, bütün Hürriyet kahramanlarına karşı savaştır. Abdülhamit’e isyan edenleri tek tek hatırlayınız, Talat Paşalar, Mustafa Kemaller, Enver ve Niyazi Beyler, Mehmet Akifler, Tevfik Fikretler, Türkiye’yi Türkiye yapan büyük güç! Özeti Genç Türkler!

Abdülhamit zamanında Türk Milliyetçiliği en büyük suçtu. Bugün Milliyetçiliğe karşı Ümmetçilik davası güdenlerin Türkiye adına başarabilecekleri hiçbir iş olmadığı gibi, kendileri de yıkılıp giderler.

ABDÜLHAMİD

İngilizler, Osmanlı’yı yıkmaya niyetlenince, Osmanlı, Almanlara yanaşmıştı. 18 Ekim 1898 günü ikinci kez İstanbul’a gelen Alman Kayzer II. Wilheim, II. Abdülhamid’le kolkola fotoğrafı tüm dünyaya yayılmıştı.

Fotoğrafta II. Wilhelm önde, II. Abdülhamid arkada. II. Wilhelm eldivenli, Abdülhamit eldivensiz. İmparatorların “Sürüyü güden çoban” simgesi asa II. Wilhelm’in elinde. II. Abdülhamid, sanki nişanlısı ya da karısı gibi II. Wilhelm’in koluna girmiş

***

Kerem Yıldırım
kerem@aydinlik.com.tr

Abdülhamit’i meclis adına anmak milletin meclisine ve dolayısıyla millete hakarettir; absürttür ve cahilliğin doruğudur

Abdülhamit’in yasakladığı millet, vatan, hürriyet, cumhuriyet gibi kavramlar bugün hala toplumun mücadelesi içerisinde canlı kanlı yaşıyor. Zira, Türkiye halkının içinde bulunduğu tarihsel koşullar (emperyalizm destekli etnik ayrılıkçı ve yobaz terörüne karşı mücadele) bu kavramlara olan ihtiyacı arttırıyor.

Meclis kapatan padişah Abdülhamit’in, saltanatı yıkan ve cumhuriyeti kuran meclis yönetilcilerince anıldığı günlerden geçiyoruz, ciddi bir tarihsel ironiye maruz kalıyoruz ve bu nedenle bazı tarihsel olguları hatırlatmak gereği duyuyoruz.

Abdülhamit çağdışıdır

Yasaklı “millet, vatan, hürriyet, cumhuriyet” kavramları çağdaşımızdır ve ihtiyacımızdır. TBMM’yi TBMM yapan kavramlardır. Abdülhamit ve onun saltanat makamı ise millet düşmanıdır ve o saltanat makamının son temsilcisi İngiliz emperyalizmine teslim olmuştur. Saltanat makamı çağdışıdır ve topluma millet olmak yerine, “kula kulluk” etmeyi dayatmaktır.

Abdülhamit’i meclis adına anmak milletin meclisine ve dolayısıyla millete hakarettir; absürttür ve cahilliğin doruğudur.Ve bugün meclis kapatan padişahı meclis adına anma acayipliği eylemine girişenler, devrimle millet olup, cumhuriyeti kuran Türk Milleti’nin tokadını yemeye hazır olsunlar. Zira bu millet ziyadesiyle akıllıdır.

Yaşasın “millet, vatan, hürriyet, cumhuriyet”.

***

Mustafa Kemal Atatürk’ün mareşal üniformalı tablosunu kaldırtıp, Abdülhamit tablosunu astırtan TBMM Başkanı İsmail Kahraman, Abdülhamit’in “doğum günü” nedeniyle TBMM’de hafta düzenledi. Osmanlı döneminde ilk rakı fabrikasını kuran İkinci Abdülhamit’in torunu Osman Ertuğrul geçtiğimiz yıllarda Habertürk televizyonunda katıldığı Tek Tek programında “Dedem rom içerdi, babama söylerdi, bak ben bunu içiyorum, çünkü bu yasak değil, Kuran’a bak, orada şarap diyor, şekerden yapılanın bahsi geçmiyor derdi” açıklamasında bulunmuştu.

http://haber.sol.org.tr/video/video-abdulhamitin-torunu-dedem-rom-icerdi-169893

***

Yılmaz Özdil
22.09.2016
sozcu.com.tr

Abdülhamid

Atatürk’ün mareşal üniformalı tablosunu depoya kaldırtan TBMM başkanı ismail kahraman, Dolmabahçe Sarayı’nda padişah Abdülhamid’i anma sempozyumu düzenledi. “Ne yazık ki tarihi ve kültürel miras bilinmiyor, özellikle gençler bilmiyor, unutturuluyor, hükümdarımız Abdülhamid’e vefa borcumuz var” dedi.

Bence de öyle.

Mesela, bu topraklardaki ilk “rakı” fabrikası Abdülhamid döneminde kuruldu. Şahsen büyük vefa borcum var.

(Kendini yeni osmanlı filan zanneden ismail kahramangiller, rakının 19 Mayıs 1919’da icat edildiğini zanneder ama… İlk rakı fabrikası Cumhuriyet’ten 22 sene önce kuruldu. Hem de, bizzat Abdülhamid’in başmabeyincisi Sarıcazade Ragıp Paşa tarafından Tekirdağ’da kuruldu. Padişahın isteği, şeyhülislam’ın onayıyla kuruldu. O dönemin en meşhur markaları, Deniz Kızı Rakısı ve Üzüm Kızı Rakısı’ydı. Deniz Kızı Rakısı’nın asıl ismi Tenedos Rakısı’ydı ama, etiketinde güzeller güzeli bir deniz kızı resmi olduğu için, ahalimiz Deniz Kızı Rakısı diyordu. Abdülhamid döneminde üretilen tüm rakı markalarının etiketinde, kız resimleri kullanılıyordu.)

Peki, bu topraklardaki ilk “bira” fabrikası kimin döneminde kuruldu? Gene Abdülhamid döneminde kuruldu. Gel de vefa borcu hissetme birader.

(Cumhuriyet’i kuranlara “ayyaş” diyorlar ama… Abdülhamid döneminde, yılda 10 milyon litre bira tüketiliyordu. Cumhuriyet bu rakama, yani Osmanlı’nın içtiği kadar biraya, anca 1940’lı yıllarda ulaşabildi. Henüz bira fabrikası kurulmadan önce, övünmek gibi olmasın, Osmanlı’da ilk birahane İzmir’de açıldı. Birahanelerin açılma iznini veren de, Abdülhamid’in babası Abdülmecid’ti.)

Osmanlı’nın ilk “şampanya” fabrikası da Abdülhamid döneminde kuruldu. Resmi, mühürlü evrak var, Abdülhamid’in izniyle kuruldu.

(Abdülhamid şampanya fabrikası kurdurduğunda, elitler kurdu denilen Cumhuriyet’in kurulmasına 30 sene vardı. Şampanya fabrikasını, musevi Alatini kardeşler kurdu. Abdülhamid hazretleri, bu Alatini kardeşleri madalyayla ödüllendirdi, kendi elleriyle, bir değil, iki değil, üç defa “Mecidi Nişanı” taktı. Musevi Alatini kardeşlerle öylesine cankuştu ki, tahttan indirilip Selanik’e gönderildiğinde, üç sene boyunca, Alatini ailesine ait Alatini Köşkü’nde kaldı.)

Abdülhamid efendimiz, rakı, bira ve şampanya fabrikası kurdurdu ama, kendisi “rom” tercih ederdi. Bizzat torunu Osman Ertuğrul televizyonda anlattı: “Dedem rom içerdi, babama söylerdi, bak ben bunu içiyorum, çünkü bu yasak değil, Kuran’a bak, orada şarap diyor, şekerden yapılanın bahsi geçmiyor derdi.”

Acayip “sigara” içerdi Abdülhamid… Birini yakar, birini söndürür, vapur gibi tüttürürdü. Saraydaki işi sadece sigara sarmak olan özel ustalar vardı. Kızlarının hatıralarında yazıyor, sürgüne giderken, bavullara en önce sigara paketleri doldurulmuştu.

(Türk tütünüyle yapılan Amerikan sigarası Ateshian’ın tiryakisiydi. Chicago’da üretilen bu sigara, New York, Boston ve San Fransisco’nun yanısıra İstanbul ve Kahire’de satılıyordu. Hatta, Ateshian firması, 1900’lerin başında Amerikan gazetelerine verdiği reklamlarda “Türk sultanı Abdülhamid’in içtiği sigarayı için” sloganını kullanıyordu. Bu reklamlarda “haremde, oryantal giysiler içinde sigara içen, saçı açık, hatta göbeği görünen, seksapel bir kadın” resmi kullanılıyordu. Paketi 25 cent’ti.)

Abdülhamid’in en önemli tarihi ve kültürel miraslarından biri ise… Bu topraklardaki ilk “kerhane”yi açtırmasıydı.

(Fuhuş elbette vardı, şehre yayılmasını önlemek, kontrol altına alabilmek için, varlıklarını ticarethane olarak sürdürmelerini sağladı. Acem’in hanesi, Alaycı Kadri’nin hanesi, Keseci Hürmüz’ün hanesi, Langa Fatma’nın hanesi gibi evler vardı, zaptiye rüşvet alıyor, göz yumuyordu. Abdülhamid buna son verdi. İstanbul Karaköy’deki Zürefa Sokak’ı hizmete açtırdı. Bugün hayvan zannedip zürafa sokak diyorlar, aslında zürefa’dır, Osmanlıcadır, lezbiyen anlamına gelir. Kendini muhafazakar zannedenler inanmakta güçlük çekecektir ama, bu topraklar kerhane kültürünün kurumsallaşmasını Abdülhamid’e borçludur.)

Ha bu arada…
Binlerce yurtseveri Fizan’a Yemen’e sürgün etmiş, zindanlarda boğdurmuş, hafiyeleriyle jurnallerle 33 sene kan kusturmuş, Mısır’ı Tunus’u Kıbrıs’ı Sırbistan’ı Karadağ’ı Romanya’yı, toplam 1.5 milyon kilometrekare toprağı kaybetmiş, tarihçilerin bileceği iştir… Ben kendi payıma, vefa borcumuzu ödemek için “hayırlı” faaliyetlerini yazıyorum!

Dolayısıyla…
“Gençlerimiz tarihi ve kültürel mirası bilmiyor, kendisine vefa borcumuz var” diyerek, Abdülhamid’i parlatmaya çalışan ismail kahraman’ı hakikaten tebrik ediyorum.Padişahımızın doğumgünü vesilesiyle düzenlenen sempozyuma, eskort kızlar çağırıp, şampanya ve rom servisi yaparsanız dört dörtlük olur yani… Ben bile iki duble atmaya gelirim gari.

25.09.2016
yenicaggazetesi.com.tr
Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Abdülhamit AKP’li miydi?
O dönem AKP’mi vardı diye sormayın, bir zihniyet benzerliğinden söz ediyorum.

200 yıllık bir tartışma bu;
Yenilikçiler ile gelenekçilerin,
Devrimciler ile karşı devrimcilerin,
İlericiler ile gericilerin tartışması…
Bilim ve aydınlanma karşısında dogmatizm ve tutuculuk…
Hala süren iktidar savaşlarının zemini…
Türkiye kime kalacak? Yüzünü nereye dönecek?
sorularının miladı…

Sömürgeleşme mi, tam bağımsızlık mı?!

Abdülhamit böyle bir tartışmanın başlangıcıdır… Çünkü onun dönemi vatan, bağımsızlık, özgürlük, meclis, cumhuriyet, Türk milliyetçiliği gibi kavramların yeşerdiği bir dönemdir; Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine kurulacağı fikri tohumların atıldığı, bu tohumların Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları tarafından olgunlaştırılıp, bir “devrim ormanı”na dönüştürüleceği günlerin başlangıcıdır.

2. Abdülhamit AKP’yi destekleyen “yeni Osmanlıcıların” önderidir. Bu nedenle TBMM’de 174. doğum günü kutlamaları, anma etkinlikleri tesadüf değildir.  Aynı şekilde aslında kurucusu 2. Mahmut olduğu halde GATA’ya, 2. Abdülhamit’in adının verilmesi de tesadüf değildir!

AKP’nin fikirsel tabanı; Fatih Sultan Mehmet’ten, Kanuni Sultan Süleyman’dan daha çok Abdülhamit’i “bayrak” yapmıştır. Abdülhamit; bağımsızlık isteyenleri sürgüne gönderen, Cumhuriyet diyenleri susturan, Meclis kapatan bir padişahtır.

Atatürk ise savaş zamanında bile Meclis kurup, Meclis’e danışan, anti emperyalist, akılcı, çağdaş değerlerin sembolüdür…

Yeri gelmişken belirtelim; Osmanlı da diğer Türk devletleri gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde yükseldiği, Türkiye’nin geçmişi, hafızası, hatırası olan bir imparatorluktur. Türkiye Cumhuriyeti’ne “uzaydan gelmiş” muamelesi yapan akıl fukaraları, Abdülhamitçiler, Atatürk’ün 16 Türk devletinin sonuncusu olarak bu vatanı kurduğunu unutmamalıdır! Osmanlı’da bir Türk devletidir, yıkılmıştır ve Atatürk küllerinden yeni bir Türk devleti yaratmıştır!

***

“Abdülhamit AKP’li miydi?” diye şaşı bir soru sormamın nedenini açıklamalıyım;
Hem AKP hem de Abdülhamit’in emperyalizm ilişkisi enteresandır. Benzerlikleri muazzamdır:

1-  AKP Cumhuriyet tarihinin en büyük borçlanmasını yaparken, Abdülhamit de Osmanlı tarihinin en yıkıcı borçlarının mimarıdır.

2- AKP özelleştirmeler yolu ile yerli ve milli olan ne varsa yabancılara pazarlayıp satmış, bu paralar ile kapanmayacak borç ödemesi yapmıştır.

Abdülhamit ise; Duyun-i Umumiye’yi kurarak elde ne varsa yabancılara satmış, yabancı şirketlere büyük imtiyazlar tanımış, yine de borçları kapatamamıştır. Osmanlı’nın borcunu devamı olan Atatürk Türkiyesi kapatmıştır!

3- AKP döneminde emperyalizme karşı olan, tam bağımsızlık diyen yurtseverler tutuklanmış, kumpas davaları ile hapis yatmış kimileri işsiz ve aç bırakılmıştır.

Abdülhamit döneminde de ilk anayasamızın (Kanun-i Esasi) mimarlarından Mithat Paşa sürgün edildiği hapishanede boğdurulmuş, Mehmet Akif Ersoy’dan, Namık Kemal’e vatanseverler baskı, hapis ve sürgün yemiştir…

4- Her iki dönemde de basın sansür edilmiştir. AKP döneminde daha çok, çünkü en kalın esaret zinciri basın patronlarının burunlarına takılmıştır!

***

Ve bir benzerlik daha;

Abdülhamit tahttan indirildiğinde dünya tarihinin en zengin insanlarından biri olduğu anlaşıldı. 1 milyon altını vardı. “O kadar olacak Padişah’tı” diyebilirsiniz ama hayır! Hanedan mallarından, hazineden söz etmiyorum. Şahsi servetiydi ve bu altınları bir Alman Bankası’nda tutuyordu.

33 yıllık iktidarının maaşını toplayın, mirası ekleyin; hesap tutmuyor.
AKP döneminin zenginini de varın siz tahmin edin!

***

aydinlik.com.tr
Doğu Perinçek
25.9.2016

Sultan Abdülhamit’in yabancı bankalardaki milyonlarca altını

Abdülmecit, Abdülaziz ve II. Abdülhamit’in saltanat yıllarındaki Tanzimat ekonomisi ülkeyi borca batırmış. En sonunda Sultan Abdülhamit, 1881 yılında Muharrem Kararnamesini çıkartarak, ülkede vergi toplama yetkisini yabancı büyük devletlere teslim etmiş. Düşünün devletin asker toplamaktan sonraki en önemli yetkisi emperyalistlere devrediliyor. Osmanlı devletinin devletsizleştiği, başka deyişle sömürgeleştiği süreç.

TERS ORANTI YASASI

Devlet borç batağında çırpınıyor ve halkın büyük çoğunluğu fakrü zaruret içinde inliyor,  ancak II. Abdülhamit’in yabancı bankalardaki serveti büyüyor da büyüyor. Ulu Hakan’a ulu servet yakışır elbette. Halk ne kadar yoksullaşırsa, saltanat sahipleri de o kadar ululaşıyor. Buna Halkın yoksulluğu ile Saltanatın ululuğu arasındaki ters orantı yasası adını verebiliriz.

ULU HAKANIN ULU SERVETİ

Damadı Şerif Paşa’nın Paris’te yayımlanan hatıralarından öğreniyoruz ki, Abdülhamit’in Osmanlı Bankası’ndaki büyük servetinden başka, Deutsche Bank, Deutsche Orientbank, Swissbank, Kredi Lione gibi yabancı bankalarda kişisel serveti var. Darphane’de basılan Hamidi denen altınlardan “Hiç kullanılmamış olanlar” yüzerlik “sucuklar” halinde ve onarlık destelerle Deutsche Bank ve Deutshce Orient Bank’a teslim edilmiş. Halk yiyecek ekmek telaşındayken, Ulu Hakan sucuk sucuk altınları binlik desteler halinde yabancı bankalara yatırmış. Yalnız Deutsche Bank’taki parası 1 000 080 000 altın. Yazıyla: Bir milyon seksen bin altın (Cemal Kutay, Tarih Sohbetleri 3, İstanbul, Kasım 1966, s.107).

Asıl servetinin hesabı ayrı, Abdülhamit’in yalnız Deutche Bank’taki altınları, bugünün parasıyla 1 Milyar Türk Lirası ediyor. Ancak bu parayı o zamanın millî geliri içindeki payıyla, o zamanın servetleriyle karşılaştırarak değerlendirebiliriz. Bu konuda Prof. Dr. Zafer Toprak’ın Millî İktisat kitabına bakabilirsiniz.  Şükrü Server Aya ağabeyimiz, sağolsun yazdığı mektubunda, Sultan Vahdettin’in Türkiye’den 5 bin altın kişisel servetiyle ayrıldığına dikkat çekiyor. Abdülhamit’in yalnız Deutsche Bank’taki parası Vahdettin’in servetinin 216 katı oluyor.

BORSADAN KAZANILAN “HELÂL” PARALAR

İslamcı Padişah Abdülhamid borsada oynuyor. Yine Şükrü Ağabeyimiz, Sultan Hamit’in bir kısım servetini borsadan kazanmış olabileceğini belirtiyor. Borsa simsarlarıyla ilişkisi, “Ulu Hakan”ın faziletleri arasında olsa gerek. Abdülhamit’in milyonlarca altınlık servetinin helâl mi haram mı olduğu konusundaki tartışmayı İslamcılık iddiasındaki hayranlarına bırakıyoruz.

Abdülhamit, Deutshce Bank’taki bir milyondan fazla altınını tahttan indirildikten sonra İkinci ve Üçüncü Ordulara terk etmek zorunda bırakılıyor.  Mahmut Şevket Paşa’nın isteği üzerine 4 Temmuz 1909 tarihini taşıyan bir mektup veriyor. Abdülhamit’in Deutsche Bank dışındaki serveti de Avrupa bankalarından Selanik’e getirilmiş, ancak onlara elkonmuyor.

HAZRETİ MUHAMMET’İN HADİSİ

Bu nasıl vicdan ve bu nasıl hamiyettir?

Millet savaşlar ve yokluklar içindeyken, yabancı bankalarda faize yatırılan milyonlarca altının İslam vicdanı ve İslam ahlâkı içindeki yeri nedir?

Hazreti Muhammet,  bir hadisinde şu büyük hakikati dile getirmişti: ‘Yöneticileri zengin olan kavimler yoksulluk içinde yaşar. Yöneticileri fakir ölen kavimler ise, mutluluk içinde yaşar.’

***

23.09.2016
Kerem Çalışkan
Odatv.com

İsmail Kahraman ve bir dizi AKP’linin hala Abdülhamit’i anma ve yüceltme nedeni, ona atfedilen dünya çapında ‘İttihad-ı İslam’ (İslam Birlikteliği-Evrensel İslam Birliği) siyasetidir.

II. Abdülhamit’in çok övülen İslamcılık siyaseti hakkında pek söylenmeyen bazı gerçekleri kısaca vurgulayalım:

-II. Abdülhamit’in İslamcılık siyaseti Almanların II. Abdülhamit’e telkin ettiği bir siyasettir.

-Almanya o yıllarda kendi emperyal hesapları için ‘Drang nach Osten’ (Doğu’ya Hücum) politikası geliştirmiştir. Bu poltikanın ana hedefi karadan, Bağdat Demiryolu aracılığı ile Bağdat-Basra hattından bölgeye asker taşıyarak Hindistan’a ulaşmak ve Hindistan’ı İngiltere’nin elinden koparıp almaktır.

-Almanya bunun için Osmanlı topraklarını ve Osmanlı devletini bir sıçrama tahtası olarak kullanmak istemiştir. Bu planın gereği olarak Osmanlı topraklarını bir Alman etkinlik alanı olarak dizayn etme çabasına girişmiştir Almanya.

-1888’de tahta geçen Alman Kayzeri II. Wilhelm, bir yıl sonra ilk ziyaretini İstanbul’a II. Abdülhamit’e yapmıştır. Görkemli bir şekilde ağırlanmıştır.

-Kayzer II.Wilhelm ve Alman askeri çevreleri aynı yıllarda potansiyel rakipleri ve düşmanları olarak gördükleri İngiltere, Rusya ve Fransa’yı onların sömürgelerinden, arkadan vurmak için İslam alemini destekleme politikası geliştirmişlerdir.

-Kayzer II. Wilhelm Almanların İslamcılık politikasını, İstanbul’a ve Kudüs’e 1895-96’da yaptığı ziyarette açıkça ilan etmiştir. Kayzer bu ziyarette II. Abdülhamit’i ‘İslam aleminin yüce halifesi’ olarak iyice pohpohlamış, gururunu okşamıştır. O yıllarda Avrupa’da Ermeni olayları nedeniyle ‘Kızıl Sultan’ diye kötülenen II. Abdülhamit Kayzer’in bu desteğinden ve İslamcılık siyasetinden haliyle çok memnun olmuştur. Kayzer Wilhelm, II. Abdülhamit’ten Bağdat demiryoluna dair çok avantajlı izinleri bu dönemde bu siyasetin sonucu olarak koparmıştır.

-Kayzer II. Wilhelm’in Kahire’deki casusu Max von Oppenheim, 1895’te İstanbul’a gelerek II. Abdülhamit ile 2 saat süren yoğun bir İslam dünyası konuşması yapmıştır. Oppenheim Abdülhamit’e Arap dünyasındaki İslamcılık akımlarından yararlanma meselesini anlatmıştır. Oppenheim, Almanların düşmanlarını Müslüman sömürgelerden vurma planı olan ‘Alman Cihadı’nın da fikir babasıdır. Almanya bu plana I. Dünya Savaşı’nda Abdülhamit daha önce devrildiği için bu kez bu kez Enver Paşa aracılığı ile uygulayacaktır.

-Kayzer Wilhelm 1896’da Kudüs’te ‘300 milyonluk İslam dünyasının hamisiyim’ diyerek İslamcılık siyasetini açıkça ilan etmiştir. Almanların bu İslama sahip çıkma stratejisi, I. Dünya Savaşı’nda Alman-Osmanlı askeri ittifakının başlangıcı ve gerekçesidir.

-İşte II. Abdülhamit’e atfedilen dünya çapında ‘İttihad-ı İslam’ politikasının özü ve arka planı budur.

-İslamcılık politikasını II. Abdülhamit’e kendi emperyal çıkarları gereği Almanlar telkin etmiştir.

***

Emin Çölaşan
20.09.2016
sozcu.com.tr

Bir zavallı adam: Abdülhamit
Sevgili okuyucularım, Sultan Abdülhamit Osmanlı’nın 34. padişahı. 1876 yılında tahta çıktı, 1909’da 31 Mart irtica ayaklanması sonrasında indirilip Selanik’e sürgün edildi.Korkak, vesveseli bir adamdı.33 yıl süren padişahlığında ülkeyi jurnallerle, muhbirlerin getirdiği yalan yanlış ihbarlarla yönetti.Korkunç bir baskı rejimi kurmuştu.
Binlerce yurtsever insanı imparatorluğun en ücra köşelerine sürgün etti. O yerlerin başında Yemen ve bugün Libya sınırları içinde kalan Fizan geliyordu.Fizan sürgün açısından en uç ve zorlu yerdi. Büyük Sahra’nın göbeğinde yer alan bu yerlere sürülenlerin bir daha geri gelmesi mucizelere bağlıydı.

Benim tarikat ehli dedem, babamın babası tabip baytar (askeri veteriner hekim) Emin Bey de Fizan’a sürgün edilmiş, sürgün kafilesiyle birlikte Büyük Sahra’yı develerle ve yürüyerek (45 günde) aşmak zorunda kalmıştı. (Soyadımız oradan geliyor.) Çölde susuzluktan kırılmış, develerin idrarını içmek zorunda kalmışlardı. Fizan’da beş yıl aç susuz yaşadıktan sonra 1908 yılında Meşrutiyet ilan edilince vatana dönmüştü. Uçsuz bucaksız çölü aşarken yanında bulunan Fransızca lügatin kapağına yazdığı yazının orijinali halen evimizin duvarında asılıdır. Aynen şöyle: “Şiddetli bir susuzluğa tutulduk. Bu da sevkimize memur olan (sürgünleri Fizan’a götürmekle görevli) Şeyh Ali ile devecilerin suikastı veya cehaletinden ileri geliyor. Baki iman.”

*  *  *

Genç subay Mustafa Kemal de sürgün furyasından nasibini almış, Suriye’ye sürülmüştü. Büyük yurtsever Mithat Paşa’yı bugün Suudi Arabistan sınırları içinde bulunan Taif Kalesi’ne sürgün edip zindanda boğduran da Abdülhamit idi.

*  *  *

Vatana millete 33 yıl boyunca kan kusturan, yurtsever insanları baskı ve zulümle ezen, ülkeyi tek adam yöntemi ve sayısı binleri bulan hafiyelerin verdiği jurnallerle yöneten bu adam tahta çıkışının hemen ardından Meclis’i kapatıp sarayına çekildi.Meclis bir daha açılmadı…Taa ki 1908’de İkinci Meşrutiyet ilan edilene kadar.

*  *  *

İstanbul’da Yıldız Sarayı’nda yaşardı. Saraydan dışarıya sadece cuma namazı için çıkar, en yakın camiye gidip namazını kılar ve geri dönerdi. Belki inanmayacaksınız ama 33 yıl boyunca bir kez olsun imparatorluğun İstanbul dışında herhangi bir yerine, ya da Boğaz’ın karşı tarafında gidemedi.
1908 yılında kendisini tahttan indirip yönetime el koyan İttihat Terakki onu Selanik’e sürgün etti. 1912’ye kadar orada haremiyle birlikte Alatini Köşkü’nde yaşadı. Sonra Balkan Harbi başladı. Selanik’in elimizden çıkacağı belli olmuştu. Hükümet, eski padişah düşmana esir düşmesin diye Abdülhamit ve haremini İstanbul’a getirip Beylerbeyi Sarayı’na yerleştirdi.

Osmanlı Devleti bu şahsın padişahlığı döneminde çok büyük toprak kayıplarına uğradı. Tarihimizde 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Türk-Rus Savaşı’nda ne yazık ki ordumuz yenildi. Rus Ordusu hem Doğu’dan hem Batı’dan topraklarımıza girdi, Erzurum işgal edildi.
Ama daha da beteri, Plevne’de Gazi Osman Paşa’yı esir almayı başaran Rus Ordusu Batı’dan İstanbul’a girdi. Yeşilköy’e kadar geldiler…Ve Abdülhamit’in burnunun dibine koskoca bir zafer anıtı diktiler.

Padişah sıkışmıştı…
İstanbul’daki İngiliz elçisine ricacılar gönderildi… Ve İngiliz Donanması bir süre sonra İstanbul’a gelip Rusları Osmanlı toprağından çekilmeye zorladı… İşgalci Rus Ordusu yıllar sonra ülkesine döndü…Abdülhamit bu karambolde kısa bir at pazarlığı yapıp Kıbrıs’ı İngiltere’ye satmayı da başardı! Yapılan anlaşma ile Kıbrıs’ı güya İngiltere’ye geçici bir süre için “Kiralamıştı (!)” Kıbrıs o günden sonra gitti gider! Gidiş o gidiş!

*  *  *

Bu korkak, vehimli adamın bir marifeti daha var ki, akıllara durgunluk verir. Amcası padişah Abdülaziz’in darbeye niyetlenen askerler tarafından öldürüldüğüne, donanma mensuplarının bu işte büyük rolü olduğuna inanırdı. Tahta çıkınca ilk işi, o günlerin en güçlü deniz kuvvetlerinden biri olan Osmanlı Donanması’nı Haliç’e hapsetmek oldu. Donanmanın günün birinde Yıldız Sarayı’nı bombalayıp kendisini tahttan indireceğinden korkuyordu.

Osmanlı Donanması orada yıllar boyu çürüyüp elden çıktı. Bir başka marifeti ise, günün birinde Japon imparatoruna madalya göndermeye heveslendi. Ertuğrul isimli ahşap ve çürük firkateyni 600 denizcimizle birlikte o fırtınalı okyanusları aşıp Japonya’ya gitmesi için törenlerle yola çıkardı. Gemi dönüşte battı, 500’den fazla denizcimiz Japonya kıyılarında şehit oldu.

*  *  *

Bir başka onursuzluğunu anlatayım:
Devlet, İstanbul’da yaşayan Lorando ve Tubini isimli iki Fransız bankerden 500 bin altın borç almış ve bu para ödenmemişti. Faiziyle birlikte borç bir milyon altın olmuştu. Fransız Hükümeti paranın ödenmesi için defalarca istekte bulundu ama ödenmedi… Devlette para kalmamıştı. 1901 yılında Fransız Donanması o zaman Osmanlı toprağı olan Midilli Adası’nı işgal edip gümrük gelirlerine el koydu… Ve para bu işgalden sonra ödendi!

*  *  *

Adına Abdülhamit denilen bu adam, bugünkü iktidarın sevgilisi, vazgeçilmezi!..
Onlar için varsa Abdülhamit, yoksa Abdülhamit! İsmail Kahraman isimli Meclis Başkanı bu hafta İstanbul’da törenler düzenleyecek…İlki, Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenecek Abdülhamit sempozyumu… İkincisi Sultan 2. Abdülhamit Han ve dönemi fotoğraf sergisi ve Osmanlı marşları konseri. Bilmezden gelirler, Osmanlı’nın bir ulusal marşı bile yoktu. Hiçbir zaman olmadı…

*  *  *

GATA’nın İstanbul Haydarpaşa hastanesi, ülkemizin en büyüklerinden biri. Son furyada askeriyenin elinden alınıp Sağlık Bakanlığı’na bağlandı, başına örtülü bir kadın getirildi. Peki ismi ne oldu? “Sultan Abdülhamit Hastanesi.” Memlekette başka adam kalmamış olsa gerek ki anma törenleri, isim vermeler hep bu korkak, vesveseli adamın çevresinde döndürülüyor. Ellerinden gelse Abdülhamit’i mezarından çıkarıp başımıza getirecekler.

*  *  *

Sevgili okuyucularım, yarınki yazımda sizlere bir olay anlatıp fotoğrafını da ileteceğim. Bunların sevgilisi Abdülhamit’in kim olduğunu bir kez daha göreceksiniz. Bir utanç belgesidir. Bunların övgü düzdüğü adamı biraz daha tanıma fırsatını bulacaksınız.
Yarınki yazımı okumanızı özellikle isterim.

***

Emin Çölaşan
21.09.2016
sozcu.com.tr

Utanç anıtının gölgesinde Abdülhamit
Sevgili okuyucularım, dünkü yazımı herhalde okumuşsunuzdur. Okumayanlar SÖZCÜ’nün internet sitesinde bulabilir. İsmail Kahraman isimli Meclis Başkanı bu hafta iki ayrı tören düzenletiyor. Bu yıl Abdülhamit isimli padişahın 174. doğum yılı imiş. Başka işimiz kalmadı, milletçe onun doğumunu kutlayacakmışız!

Bu adamın kim olduğunu, Osmanlı’yı nasıl rezil ettiğini, ülkeyi demir yumrukla ve tek başına yönettiğini, padişah olur olmaz Meclis’i kapadığını, kullandığı hafiyelerin para karşılığında verdiği düzmece jurnallerle on binlerce yurtsever insanı sürgün ettiğini, Mithat Paşa’yı zindanda boğdurduğunu dünkü yazımda kısaca anlatmıştım.

Öylesine vehimli ve korkaktı ki, padişahlık ettiği 33 yıl boyunca sarayından cuma namazları hariç hiç çıkmamış, İstanbul’un dışına bir gün olsun adımını atmamıştı.Osmanlı, bu “Kahraman (!)” padişah döneminde Doğu’dan ve Batı’dan Rus işgaline uğramış, Rumeli’nin bir bölümü elden çıkmış, Kıbrıs Adası savaş olmadan İngiltere’ye “kiralanmıştı (!)” Günümüzün iktidarı şimdi bu adamın ismini hastanelere veriyor, onun için anma törenleri düzenliyor. İsmi yakında bulvarlara, köprü ve statlara verilirse hiç şaşırmayın!

* * *

Tarihimizde 93 harbi denilen 1877-1878 savaşı sonrasında Rus Ordusu Doğu’dan ve Batı’dan Osmanlı topraklarına girdi. Doğu’da Erzurum işgal edildi, Batı’da şanlı Plevne savunması sonrasında başkent İstanbul’un kapısına dayandı. Bunlar olurken zavallı Abdülhamit sarayında oturuyordu. Düşman ordusu o günlerde Rumca adı Ayastefanos olan bugünkü Yeşilköy’e kadar girdi ve orada yıllarca kaldı. Abdülhamit bu durumda İngiltere’nin kucağına düştü ve yardım istedi. Bir süre sonra İngiliz donanması İstanbul’a geldi, Rus Ordusu’na gözdağı verdi, işgalciler gitti.

* * *

Rus Hükümeti şimdi fotoğrafını gördüğünüz bu görkemli anıtın yapımına 1895 yılında Abdülhamit’in izniyle başladı, 1898’de açılışı törenle yapıldı. (Tam yeri bugün Florya’daki Şenlikköy Mahallesi…) Rusya’dan özel mimarlar getirilmiş ve sekiz katlı apartman yüksekliğindeki dev anıtın yapımı o padişahın gözleri önünde bitirilmişti. Abdülhamit Yıldız Sarayı’nda, Rus abidesi burnunun dibindeki Yeşilköy’de!..Ve bunun yapımına izin veren, o utanç anıtının gölgesinde yıllarca yaşayan kendisi…Zavallılık, korkaklık ve onursuzluğun bu kadarı az bulunur.

* * *

Aradan yıllar geçti, Abdülhamit 1909 yılında tahttan indirilip Selanik’e sürgün edildi.Osmanlı günün birinde Birinci Dünya Savaşı’na girip Rus Ordusu’yla yeniden kapıştı ve İttihat Terakki Hükümeti anıtın yıkılmasına karar verdi.Rus anıtının içine ve dışına tonlarca tahrip kalıbı yerleştirildi.Dev anıtın içi boşaltıldı, 1914 yılında patlatıldı ve yok edildi. Bu olay Fuat Bey (Özkınay) isimli bir yedeksubay tarafından baştan sona filme alındı. Osmanlı’nın ilk belgeselidir ama bu film günümüzde ne yazık ki kayıptır. Elde sadece birkaç patlama ve enkaz fotoğrafı vardır.

* * *

Bu iktidarın şimdi her yere adını verdiği, anma törenleri düzenlediği, medyasında her gün övgüler düzdürüp “Ulu Hakan Abdülhamit Han” diye söz ettirdiği zavallı adam, onursuz padişah işte budur.Tahta çıktıktan hemen sonra Meclis’i kapatmış ve bir daha açtırmamıştı.  Düşünün ve çelişkiye bakın ki, bu iktidar Meclis’i kapatan ve Osmanlı’yı 33 yıl boyunca elinde sopayla yöneten böyle bir padişaha sahip çıkıyor! Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş. Yeni keşfettikleri maden olan Abdülhamit, iktidarımıza hayırlı olsun!

DONANMAYI HALİÇ’TE ÇÜRÜTEN PADİŞAH

Erol MÜTERCİMLER
İmparatorluğun Çöküşüne Denizden Bakış
Sayfa:46-48 İstanbul,2004

Sultan Abdülhamit anılarında şunları söylüyor:

“İstanbul Konferansı göstermişti ki, Abdülaziz Han’ın orduyu ve donanmayı güçlendirme yoluna girmesi, büyük devletleri telaşlandırmış ve bu teşebbüs hayatına mal olmuştu. Daha sonra kopan Rus muharebesi ordunun güçlendiğini ortaya koymuştur. Eğer hanedana başkaldıran subaylar ve hanedana bağlı subaylar meselesi olmasaydı Rus ordularını durdurabilecek ve zaferi kazanabilecektik. Demek orduya verilen emekler boşa gitmemişti.

Buna karşılık bu muharebe, donanmanın sayı üstünlüğüne rağmen bir iş göremediğini de ayrıca ortaya koymuştur. Çünkü bizim gemilerimizin hemen hepsinde İngiliz çarkçıbaşılar vardı. Bu çarkçıbaşıların bazılarını muharebenin başında değiştirmek istediğimiz zaman, İngiltere Elçisi saraya koşmuş ve bu teşebbüsün İngiltere’ye itimadımız olmadığı biçiminde yorumlanacağını açıkça söylemekten çekinmemişti.Öyleyse, bir donanma yok demekti. Çünkü bu donanma, hem Fransızlarla İngilizleri bize düşman ediyor, hem savaşta bir işe yaramıyordu. Faydası olmayan fakat mazarratı (zararı) olan bir şeyi muhafaza etmek aklın icabı dışındadır. Donanmayı Haliç’e çektirdim ve böylece Fransız ve İngilizlere, Akdeniz’de kendileri ile boy ölçüşmeye niyetimiz olmadığını anlatmış oldum. Gerçekten bu tedbir uzun süre İngilizleri ve Fransızları bizimle uğraşmaktan uzak tutmuştur”.

Abdülhamit’in kendisini savunmak için söylediği bu sözlere ekleyecek hiçbir şey olmasa gerek. Bu sözler, İmparatorluğun deniz hak ve çıkarlarının öneminin padişah tarafından da anlaşılmadığının en açık ispatıdır.

This entry was posted in DEVRİM VE KARŞI DEVRİMLER, Tarih. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *