Saray darbesi... Nihat Genç yazdı

Nihat Genç yazdı

Duyduk duymayın demeyin, 3 Mayıs Salı günü Türkiye’de bir darbe oldu.

‘Seçilmiş başbakan’ Davutoğlu Saray’ın düzenlediği Pelikan Dosyası başlığında bir ‘bildiriyle’ indirildi.

Başbakan Davutoğlu meclis grubunda ilk defa bu kadar ‘öfkeliydi’, yüzü karardı, ağlayacak gibi oldu ve konuşmasını ilk defa yarım saatle sınırlı tutup kesti.

Ve konuşması boyunca ‘nefs müdafaası’ yaptı.

Şu meşhur ‘her canlı ölümü tadacaktır’ türünden nefs hesaplaşması.

İçinde bulunduğu ‘sistem’ şimdi Başbakan’a işkence ediyordu vebaşkanlık ettiği ‘kadrolar’ artık onu alkışlamıyordu.

Başbakan, ruhu lime lime olmuş sinirleri en ince keskin psikolojik küslük isyan iç çekişler meydan okumalarla paramparça bir şekilde konuştu.

İlk defa bir grup konuşmasında ‘cumhurbaşkanı’ndan övgüyle, yani, başımızın tacıdır, liderimizdir’ benzeri cümleleri hiç kullanmadı.

Öte yandan ‘saray’ ‘pelikan dosyası’nı yalanlamadı, Pelikan Dosyası’nın izini kokusunu süren dalkavuklar ve köpekleri, Pelikan Dosyası’nı inkar etmedi.

Titiz bir gözlemci olmanıza gerek yok, manzara açık, mal ortada: Davutoğlu bir bildiriyle devrildi,(bir mübarek gecede yine din için düştü yere.)

Bugüne kadar ‘darbeleri’ askerler yapıyordu ve İslamcı ve liberal cenah bu ‘darbeleri’ kıyasıya eleştirirken şampiyonluğa ulaşıp iktidar olmuşlardı.

Şimdi darbeyi ‘saray’ yapıyor!

Askeri darbelere alışığız ama ‘saray darbeleri’ne yeni yeni vakıf oluyoruz.

Saray darbelerinin özellikleri nelerdir, mesela askerin arkasında Amerika, İsrail, bir şeyler olurdu, Saray Darbesi’nin arkasında kim var?

Askeri darbeler on yılda bir yapılırdı bakalım saray darbelerin sıklığı ne olacak?

Şüphesiz saray darbeleri de ‘birlik ve beraberliğimiz’ için yapılıyor, özellikle bugünlerde ‘iki başlılık’ sorununa köklü bir çözüm getirmek için.

Saray Darbesi’nin en önemli özelliği askeri darbeler gibi bir ‘yanardağ gibi patlamıyor!’. Medya topyekün yanlarında olduğu ve geri kalanı tasfiye edildiği için, ‘darbe’nin adını koyacak bu bir ‘darbedir’ diyecek tek kişi dahi yok ortalıkta, çuval içinde Sarayburnu’ndan atmak ya da harem odasında boğazlanmayla benzerlik taşıyor.

Yani saray darbesinin en önemli özelliği kamuoyunun ve piyasaların siyasi bir tedirginlik ve ruh çöküntüsü ve paniğe meydan vermeden tereyağından kıl çeker gibi Davutoğlu’nu çekip çıkarttılar.

BİR KAÇ DİŞİ ÇEKİLDİ

Darbeden bir gün önce Davutoğlu’nun teşkilat atamaları yetkisi elinden alındı yani önce bir kaç dişi çekildi, bu ağır saldırı karşısında, Davutoğlu’nun bünyesine ağır bir yorgunluk çöktü.

Kuvvetle dolup taşan geziden ziyaretten yoğun iş temposundan gözü kararmayan Davutoğlu birkaç gün içinde ‘ruh çöküntüsüne’ girdi ve silahlarını indirip teslim oldu.

Geçin bu siyasetleri insan denen varlıktan konuşalım.

Kardeşlerim, Tanrı dediğiniz dünyaya düşen saattir, vakit herkes için aynıdır.

Tanrı ölmedi, resmi değişti.

Hilekar bir Tanrı herkesin tanrısı oldu.

Eski dinlerin gavurları kafirleri gayrimüslimleri vardı bu hilekar Tanrı herkesi her şeyi bütünleştirdi.

Bu yeni hilekar Tanrı’ya içimizde yabancı olan ve dışında kalabilen tek kişi yok.

Sağcısı solcusu muhafazakarı liberali askeri herkes bu hilekar Tanrı’nın ÜMMETİ!

Olasılık hesapları ‘bilimden’ sayılmaz, parayı havaya at kaç kez tura kaç kez yazı gelecek, gördüğünüz gibi sonsuza kadar ‘tura’ geliyor.

Bu darbelerin eskisi yenisi hepsi ‘tura’ geliyor, bütün darbelerden sonra sağ muhafazakar yapılar sonsuza kadar iktidar oluyor.

Çünkü hepsi hilekar Tanrı’ya inanıyor ve bu inançları yüzünden Tanrı her defasında sadık yalancı üçkağıtçı müridlerini düşeşle ödüllendiriyor.

Hep tura gelmesi ya da hep düşeş gelmesi bir ‘inanç’ meselesi mi yoksa inanç Allah din hepsi yalan siyasetin ve sosyal hayatın değişmez yasaları mı var.

Kardeşlerim, bizim de bir Tanrımız var, her defasında bizi kandırıyor, kodese tıkıyor, işkence ediyor ve canımızı yakıyor.

Bizim Tanrımızın kutsal kitabında şunlar yazıyor: canlılar çevreleriyle uyum içindedirler.

İşte yakın siyasi tarihimizde ANAP’ın giriş-gelişme-sonuç’u neyse AKP’nin de giriş-gelişme-sonuç’u aynı sosyal kanunlarla çalışıyor.

Şöyle, liderimiz, inzivaya çekilince, yanına danışmanlar koruma polisleri ve ihaleleri otomatiği bağlanmış çevreler üşüşüyor, gel zaman git zaman, bu liderimiz, bu çevrenin etkisi altında kalıyor.

Bu sosyal yasalar değişmedi.

İktidar, egonun beyni kalbi libidosu, her şeyidir, hiçbir canlı ‘iktidarından’ istese de vazgeçemez, Özal da uzak kalınca küçük Turgut’u kobra gibi siyasete saldı.

Hiçbir canlı aşkından ya da tenasül organlarından vazgeçemez, biyoloji ve fizik yasalarına aykırıdır.

Bu yüzden demokrasilerin insan egosuyla savaşından şüpheniz olmasın bütün coğrafyalarda insan egosu galip çıkmaya devam ediyor, Şekspir’in dediği gibi yine kılıçlar çekilecek yine kelleler uçurulacak.

İnsan egosunu sınırlamanın tek yolu bu egonun karşısına bir çok kuvvet yani hakimleri, medyayı, eleştiriyi, hesap verebilmeyi, koyabilmektir.

Demokrasilerin ‘sigaya çekecek’ kılıçları yoksa demokrasiye yıldızlar kadar uzak kalırsınız, ve kovulduğu köşesinde kolpa liberal yazarlar gibi dünya dediğin evrende toz zerresi felsefesi yapan yazılar yazarsın.

Gerisi laftır, biri Allah der biri inanç der biri birlik beraberlik der biri bu zor günlerde der, hilekar Tanrı’nın mezhebi yoktur, bütün darbeler ‘türdeşdir’, iktidardan kovulursanız da köşenize çekilip ‘her şey olacağına varır’ diye hikmetle sayıklarsınız.

Aydınlanmanın önünü açtığı demokrasilerin ancak şöyle bir şansı olabilirdi.

Aydınlanma bir anlamda şudur, dinden ve iktidardan birazcık olsun uzakta, kısmen kendine özerk alanlar bulan, aydınların ortaya çıkması ,ve bu aydınların ‘evrensel değerleri’ temsil etmesi.

Kendine dinden ve iktidardan uzakta özerk alan bulamamış yaratamamış aydınları olmayan ülkeler sisyphos efsanesinde gibi yuvarlanan taşı ölene kadar tepeye taşımakla cezalandırılır.

1980 sonrası Türkiye’de iktidara ve dine ve sağ muhafazakarlığa angaje aydınlar üretildi.

SAĞ SİYASETİN KAPIKULLARI

Adlarına aldatıcı şekilde ‘liberal’ denen bu aydınların ‘özerk’ alanları hiç olmadı, böyle bir ‘özerk’ alan talepleri de olmadı.

Özal, Demirel, Tansu, Tayyip ve cemaate ‘kapılandılar’.

Sağ siyasetlerin kapıkulları oldular. Şöhret ve maaşlarını dinci ve sağcı bu yapılardan edindiler ve ayakta kaldılar.

Ağızlarında sık sık ‘evrensel hukuk değerleri’ gibi laflar da geziyordu, ama, bu evrensel değerlerin satışı pazarlamasını yapmak için, yoksa, cemaate sığınmış bir liberalin evrensel değeri mi olur?

Kainat İmamı evreni zaten avcu içinde ayan beyan görüyor bir de senin evrensel değerlerine mi kalmış.

Ve otuz yıl sonra iktidarı kim ele geçirdiyse bir .iktir çekmesiyle hepsi evrende kayboldu.

Bir daha anladık ki Türkiye’de aydınların yaşayabileceği özerk bağımsız alanlar hiç derecesinde.

Hangi gazete yazarı o gazete patronunun sözünden çıkabilecek gücü gösterebilir, gösterebildi.

Üstelik yanında yer aldıkları dinci ve sağcı iktidarların gücüyle kendilerinde ‘cumhuriyeti’ feshetme küstahlığı dahi gördüler.

Üstelik yanında yer aldıkları dinci ve sağcı iktidarların şişmiş egosuyla kendilerinde ‘hukuk’u feshetme küstahlığını (balyoz Ergenekon operasyonları) dahi gördüler.

Hatta, iktidara taşındıkları günden beri cumhuriyeti hukuk’u ve üstünde yaşadığımız topraklarımızı aklımızdan çekip alacak bir meydan okumada dahi bulundular.

Ne oldu, hepsi bir .iktir çekmeyle toz oldular ve kainatın boşluklarında sanal Internet siteleri arıyorlar.

Çünkü bir aydının yaşayabileceği nefes alabileceği ‘özerk’ alanları yoktu.

CHP’de darbe yapıldı bu ‘özerk’ alanın CHP’ye yakın yerlerde hiç olmadığı yaşamadığı yaşatılmadığını gördük.

AKP’de darbe yapıldı bu ‘özerk’ alanın AKP’ye yakın yerlerde hiç olmadığı yaşamadığı yaşatılmadığını gördük.

O halde, aydın denilen o şeyden nesneden özneden ülkemizde yok.

İktidardan geçinen ve şöhret parlaklığının kör ettiği aşağılık bir sürü var.

Sizleri bir gazeteci kadar olsun duyarlı yapabilecek tek bir makale yazamamış bir sürü.

Sizi insanlığın tek bir ortak değeriyle acısıyla çaresizliğiyle tanıştıramamış buluşturamamış bir sürü.

Kenan Evren’in dini, Özal’ın Dini, Tayyip’in dini, hepsi, aynı hilekar Tanrı’nın dini ve sürüsü ve ümmetidir.

(Davutoğlu ihalelere taş mı koyuyor menfaat çevrelerine takoz mu oluyor cemaate yakın Gül ve Arınç’la bir hesabı mı var, uzun vadede parti içindeki hırsız bakanlara meydan mı okudu, partiyi ince ince tapusuna mı geçirmeye çalışıyordu, bunların hepsi tali konular…)

BEYNİN KEYFİNE DİYECEK YOK

Bir ‘darbe’ gününde dahi kimsenin duymayacağı kimsenin de dıngılımda olmadığı birkaç cümle yazmalıyım.

İnsan beyni ayaklarıyla top oynamayı çok seviyor.

Futbolun dünyada bu kadar büyük bir spor hatta tek spor haline gelmesi, ayakla oynanıyor oluşu.

İnsan beyninin kaçmayı koşmayı da çok seviyor olmasının tarih öncesinden beri ayakta kalma savaşıyla çok yakın ilişkisi var.

Aynı insan beyni, ayakta kalabilmek için ellerini parmaklarını hünerle kullanabiliyor tabiatta ayakta kalabilmesini bir anlamıyla ellerine borçlu.

İnsanın ayak oyununu çok sevmesi ve ayakla oynanan çalım atan kaçan koşan estetik hareketleri çok beğenip mutlu olmasının bir sebebi, ayaklarını da elleri gibi maharetle kullanabilmesi.

Beyin nihayet tabiatta ayakta kalmasını sağlayan ellerinin yanına şimdi yepyeni bir arkadaş ayaklarını da ustalaştırıp büyütüyor.

Ayaklar eller gibi marifet gösterdikçe beynin keyfine diyecek yok.

Kimbilir beyin milyon yıl sonraya bir hesap yapıyor, diyor ki, sadece eller yetmez, ayaklarımı da el gibi tornivada gibi kullanabilmeliyim.

Mesela bizler ayakta kalmak için iyi birmaaş iyi imkanlar hayal ederiz, beyin de, insan denen varlığın tabiatta ayakta kalabilmesi için elleri gibi marifetli bir yardımcıya ihtiyacı var.

Bu yüzden ayaklar eller gibi sihirbazlaştıkça beyin istikbalin bahtiyar mutluluğunu görüyor ve stadyumlarda sevinç çığlıkları atıyor.

Dikkat edin, tabiatın ortasındayken ayaklarımızı bir kavgada tekme tokat atarak kullanırız, ancak, ayak topu öyle değil, tekme tokat cezalandırılıyor, ayaklarımızı, bir oyun disiplini ve kuralları içinde, kas gücü ve estetik marifetlerle kullanıyoruz.

Neden, çünkü tabiat içinde ‘türdeşliğimiz’ bozuldu, ormanda iri bir hayvan görünce hiç bakmadan kaçardık, ama yeni bir dünya içinde büyük küçük tür ayrımları kalktı ve hepimiz aynı hukuk içinde eşitlendik.

Artık sincap olmanın ayı olmanın ya da illaki güven duyabileceğimiz sürü içinde yaşamanın anlamları olmadığı bir dünyadayız.

Beyin bu yeni sosyal eşitlikçi dünyayı yeni müsabaka yarış yeni ayakta kalma biçimlerini hesap etmiyor mu sanıyorsunuz?

Ve devam edelim, bir futbolcu etrafını çeviren üç beş rakip oyuncu arasından topu marifetle (tekme tokat atmadan) geçirdiğinde çok mutlu oluyor hatta topçuya hayranlık duyuyoruz.

Kurallar içinde kırmadan dökmeden estetik bir ayak çalımıyla.

Sahaya inmeden hakemlerle kavga etmeden galip gelebiliyorsanız stadyumdan hayat dolu bir neşeyle ayrılırsınız.

Beynimiz artık bizden yeni bir şey istiyor, ayak ve kas gücü ve tekme tokat değil, daha bir oyun becerisi, daha bir estetize edilmiş kurallar içinde bir şey.

Hakemlerin dövüldüğü ve kuralların ihlal edildiği ve tekme tokat gücü olanların maçı durmaksızın aldığı bir ülkede bir ‘aydın’ kültürü bir ‘demokrasi kültürü’ ve bir istikbal inşa edemeyiz.

Önce beynimiz mutlu olmalı, beynimizin mutluluğu için, oyun zekasına becerisine ihtiyacımız var, sanatın sinemanın oyunun tarifi ihtiyacı budur.

Oysa ülkemizde top koşturan yazarlar yaşamak için oyun kuracak beyinlerine ihtiyaç duymuyor, ideolojiye, dine, güce, iktidara ihtiyaç duyuyorlar.

ÜLKEMİZ ÇÜRÜYOR

İdeoloji din Allah Tanrı inanç senin aklını ve beynini alır sana akıl ve beyin vermez.

Beynimizi mutlu edemezsek hayat bedenimizi kemirir, hepimizi tek tek öldürür, insanlara ve insanlığa ulaşacak çığlığımız duyulmaz, karambolde yaşar, hep tufaya getirilir, hep zokayı yer, hep dövülürüz ve hep uyku içinde rüya içinde hayaller arayan hurafelere gömülmüş çağdışı vahşiler oluruz.

Bir yazarın aydının kendince oyunlar kurabilmesi için kendine ait bir küçük bağımsız eyvallahsız çizgiyle çizilmiş bir dokunulmaz dairesi olması lazım.

Ülkemiz çürüyor bedenimiz çürüyor karanlık düşünceler kol geziyor, en azından 80 ihtilalinden beri gözledik, beynimizin hayat içgüdüsü ve oyun kurma arzusuyla, menfaatlerimiz egomuz çıkarlarımız işbirliği içinde olduğumuz çevreler ve imkanlar, birbirine düşman.

Para, saltanat, iktidar, zayıflık belirtisidir, milyon çağdır tabiatta ayakta kalmaya çalışan insanoğlunu hiçbir yüksek tepeye çıkartmamıştır, soylu bir onur ve erdem ve mutlulukla tanıştırmamıştır.

Para, saltanat, iktidar’ın baş döndürmesiyle din deyip Allah deyip inanç deyip ideoloji deyip akla hayale sığmaz ne çok uçurumlardan atladık, sonuç, beynimizin o mutlu gözlerini, açamadık.

İşte yüzlerce sözümona liberal hüsran içinde işte Allah’a iman etmeleriyle şöhret bulmuş yüzlerce İslamcı yazarı, iktidar saltanat ego kavgalarını, tarih değirmenine almış un ufak ediyor, parçalıyor, yok ediyor, tozunu uçuruyor ve geriye bir ders bir tecrübe, ‘insan’dan ve ‘beyin’den ve ‘akıldan’ hiçbir şey kalmıyor…

Davutoğlu, bütün başbakanlarımız içinde en çok Allah diyen en çok ümmet diyen en çok arkadaşlık dost mümin kardeşlik diyen bir dinci partinin lideriydi.

Tarihin değirmeni sonuç hiç değişmedi, devrilen son kral olmayacak, ama bir Miraç gecesi devrilen ilk müslüman başbakan olarak tarihe geçecek ve ama Kenan Evrenler Tansu Çillerler’in oturduğu o yitik kasabanın bir önceki sakinleriyle aynı kaderin misafiri olacak.

Bunu bilmeyecek ne var bunun dinle Allah’la ne ilişkisi var bunu niye bu kadar büyük bir inanç iman sorunu haline getirdiniz, işte, farelerin üstüne saldıran akbabalar dün de bugün desağda da solda da dini kitabı mezhebi ne olursa olsun hep aynı ve hiç değişmemiştir.

Aydınlanma’nın kanunu da budur, ‘değişmeyen’ insanlık yasaları bulup, üstüne bir ‘demokrasi’ insanlık kültürü inşa etmek.

Bu muhteşem insanlık ülküsünü görmezden gelip otuz yıldır milyar kez oy devşirmek için Allah dediniz ne oldu, Allah dediğiniz için sonunuz Özal’dan Evren’den Tansu’dan farklı mı oldu?

Nihat Genç

Odatv.com

Saray darbesi... Nihat Genç yazdı - Resim : 1

Ahmet Davutoğlu cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan darbe arşiv