Sadık Usta yazdı: O halde fıçılar dünyasında yaşamaya var mısınız

Hastalık esas olarak 90’lı yıllarda saptanmış, bir tür modern toplum hastalığı; “kapitalizm hastalığı” demek daha doğru. Çalışma hayatındaki vahşilik, fiziksel, ruhsal ve zihinsel tükenmişliğe neden oluyor.

Sadık Usta yazdı: O halde fıçılar dünyasında yaşamaya var mısınız

Geçenlerde, Almanya’nın önemli bir kanser araştırma merkezinde çalışan iki akademisyen arkadaşım, Avrupa’da akademik dünyanın içinde bulunduğu duruma dair korkunç bilgiler verdiler.

Kısaca ifade etmek gerekirse, araştırmacılar neredeyse kölelik koşullarında çalıştırılıyorlarmış. Çalışma koşullarının ağırlığı, aşırı iş yükü ve beklenti, strese neden olan çalışma temposu, mobbing ve benzeri durumlar…

Kuşkusuz bu durum sadece akademisyenlerin karşı karşıya oldukları bir durum değil. Özellikle de insanlarla ilgili çalışma alanlarında veya sağlık, eğitim, bankacılık, finans sektörü gibi ekip çalışmalarının söz konusu olduğu sektörlerde çok yoğun görülen bir durumdur bu.

Peki, bunun insanlar üzerindeki etkisi nasıl ortaya çıkmış? Bir tür hastalık, İngilizcesi de var artık: “Burnout Case.” Türkçesi Tükenmişlik Sendromu.

Hastalık esas olarak 90’lı yıllarda saptanmış, bir tür modern toplum hastalığı; “kapitalizm hastalığı” demek daha doğru. Çalışma hayatındaki vahşilik, fiziksel, ruhsal ve zihinsel tükenmişliğe neden oluyor.

Çalışma koşullarının sonuçları Avrupa’da öylesine yıkıcı olmuş ki “Avrupa Çalışma Ortamı Güvenliği ve Sağlığını Koruma Ajansı”nın verilerine göre hastalığın tedavisi için 20 milyar Avro harcanıyormuş.

Birçoğumuz 90’lı yılların kült filmi Matrix’i biliriz. Benim açımdan o filmin en cazip tarafı, insan, toplum ve makinalar dünyasının iç içe geçmişliğini anlatan diyaloglarıdır.

İnsanlar yaşadıklarını sansınlar diye, bir kozanın içinde yediriliyor, içiriliyor, eğlendiriliyor ve toplumsal statüye kavuşturuluyor.

Ama bunların hiçbiri gerçek değil. Sanal bir dünya…

Tükenmişlik Sendromu; tükenmişlik, bitkinlik, cinsel isteksizlik, çaresizlik, atalet, keyifsizlik, karamsarlık, amaçsızlık, moda deyimle empati yoksunluğu, aşağılık kompleksi, başarısızlık korkusuna bağlı nevroz ve davranış bozuklukları.

Yaygınlaşan hastalık topluma da ağır bir fatura çıkarıyor.

Hastalığın boyutu anlaşılmasın diye, şirketler kendi bünyelerinde sağlık birimleri de kurmuşlar…

Semptom en çok sağlık, eğitim, banka ve finans sektöründe görülüyormuş. Ama çalışma hayatının her alanı bundan mustaripmiş.

Tabii bunları duyunca da aklımıza yolcularıyla birlikte uçağı dağa çarpan pilot, onlarca hastasını öldüren hasta bakıcılar ve seri katiller gelmiyor değil.

YABANCILAŞMA

Bu hastalık yeni bir vaka gibi duruyor ama çalışma hayatının ve tüketim budalalığının sonuçlarını öngören ve buna dikkat çeken filozof ve düşünürler de olmuş.

Aslında bu hastalığın adı yabancılaşmadır. Buna dair sarsıcı düşünceleri daha önceden Rousseau, Hegel ve Marx dile getirmişti. Fransız filozofu Rousseau, uygarlıkla birlikte insanoğlunun kendisine yabancılaştığını saptıyor ve bunun nedenini de mevcut toplumların üretim ve tüketim felsefesinde görüyordu. Güya özgürsünüz ama aslında zincirlere bağlı kölelersiniz!

Hegel ise yabancılaşmayı olağan bir durum sayıyordu. Ona göre insanoğlu, yabancılaşmanın en uç noktasında (zorunluluğun kavranması) özgürleşecekti.

Marx ise yabancılaşmayı, kapitalist toplumun doğal bir sonucu olarak görüyor ve bundan kurtuluşu da “zorunlu emeğin olmadığı toplumsallaşmış mülkiyette” düşünüyordu. “Emekçiler, üretirken hem ürüne, işine, topluma, doğaya ve hem de kendisine yabancılaşarak” hayvanlaşmaktadır.

Yabancılaşma sendromu felsefenin hep konusu olagelmiştir.

Örneğin bundan 2500 yıl önce Sinoplu Diyojen, buna dair görüşlerini hocasından, Leukippos’tan almış ve çareler düşünmüş.

Sinik (köpeksi) felsefeye göre insanoğlu, tüketim hastalığıyla hem kendisini hem de doğayı mahvetmektedir. Sözüm ona uygarlaşarak mutlu olduğunu düşünen insanoğlu, kendisine dayatılan (kanımca kökeni insanın sömürülmesinde yatan) üretim ve tüketim bozukluğu nedeniyle mutsuzluğun dibini boylamaktadır.

Etrafımıza bakınca da bunu görürüz: Mutluluk görüntüsünün ardında derin bir mutsuzluk yaşanmaktadır.

Çocuğun birini avucuyla su içerken görünce, "demek ki tasa da gerek yok" demiş Diyojen.

Rivayete göre onu bir şeyler çiziktirirken gören Büyük İskender, "Bir emrin var mı?" diye sormuş, o da "Meşgulüm, gölge etme başka ihsan istemez" demiş!

Diyojen çareyi fıçılar dünyasında görmüş. Mal-mülk peşinde koşmadan, günlük üretip tükettiğimizde, kimseye muhtaç kalmazmışız. Herkes fıçılar içinde yaşarsa mutlu da olabilirmişiz…

Yunus Emre de mal-mülk hırsını kınamamış mıydı?

“Mal sahibi mülk sahibi

Hani bunun ilk sahibi

Mal da yalan mülk de yalan

Var biraz da sen oyalan.”

Yabancılaşmanın, mal ve mülk hırsının olmadığı bir düş!

Peki, var mı bunu deneyen? Var, ama o da başka bir yazıya…

Sadık Usta
Odatv.com

Sadık Usta yazdı: O halde fıçılar dünyasında yaşamaya var mısınız - Resim : 1

tükenmişlik sendromu sadık usta kapitalizm arşiv