HANİFE ALİEFENDİOĞLU*
Eğitim sektöründe çalışanların tatilleri bellidir. Kısacık kış tatilleri ya da herkesin tatile çıktığı yaz tatilleri…
Bir süredir yapmak istediğim ve zamanlaması yüzünden hep kaçırdığım Küba gezisini İstanbul’daki bir arkadaşımın katıldığı bir turla nihayet yakaladım.
Sacred7 Travel ile Kıvanç Demirel’in rehberliğinde Küba’ya gezimizin durakları Havana, Pinar Del Rio-Vinales Vadisi; Cienfuegos, Trinidad, Santa Clara ve Varadero idi.
Daha yola çıkmadan Küba’da ‘demokrasi’nin yaklaşmakta olduğuna ilişkin birçok haber dünya basınının gündemini doldurmaya başlamıştı. Bu haberlere, biz Küba’ya gideceğimiz için özel olarak ulaşıyor değildik; zaten önemli haberler olarak çıkıveriyorlardı peşpeşe. ABD ve Küba’nın hapisteki ajanlarını karşılıklı olarak serbest bırakması, ABD’nin Havana’da elçilik açacağı, Küba halkının kredi kartıyla tanışacağı vb…
ABD’nin desteğiyle başkan seçilen Batista ve diğerlerinin 1950’lerde Küba’yı çoğunlukla Amerikalıların ziyaret ettiği bir içki, sigara, kumar, fuhuş ve tatil adası haline getirdiği malum… Eski Havana sokaklarında ilerlerken ABD’nin, güvenliğini sağlamak için Batista’ya gönderdiği Mambi vagonunu görüyoruz.
Bugün, 830 bin üniversite mezununun olduğu Küba’da 1959 devriminden önce Kübalıların çoğunun Amerikalıların işlerinde çalıştırıldığını öğreniyoruz. 1 Ocak 1959’da Batista’nın adayı terk etmesi ve Fidel Castro’ya bağlı birliklerin Havana’ya girmesiyle her şey yeniden düzenleniyor.
1990’lar Küba’da ‘Periodo Especial’ (Özel Dönem) olarak anılıyor. Berlin Duvarı’nın yıkıldığı, Fidel’in hoşlanmadığını açıkça belirttiği Gorbaçov’un politikalarıyla Sovyetler Birliği’nin sona erdiği dönemi izleyen yıllar Küba’nın sosyo-ekonomik açıdan en zor dönemi olarak hatırlanıyor. Bu dönem Sovyetler Birliği’nin teknik elemanlarını ve ekonomik desteğini çekmesiyle müthiş bir petrol sıkıntısının ve ona bağlı olarak üretim, ihracat ve taşımacılığın en aza indiği, maaşların düşürüldüğü ve ciddi bir gıda sıkıntısının başladığı dönem…
1990’larda, kısıtlı olsa da, özel girişimcilik ve kontrollü bir yabancı sermaye yatırımına kapıların açılmasına neden olmuş. 1998 yılında Papa II. Jean Paul Fidel Castro’nun davetlisi olarak Küba’ya gelmiş. Fidel yıllardır halkının hiç görmediği takım elbisesini giyerek Papa II. Jan Paul’u Havana’da ağırlamış ve kiliselerin birçoğunu hizmete açmış. Toplam 24 suikast girişiminden kurtulan Fidel, eski bir Amerikan arabası, bir şoför ve bir korumayla görevini tamamlamış.
2006 Temmuz’unda Fidel Castro yönetimi kardeşi Raul Castro’ya bırakmış. 2008 Kübalıların ülke dışına çıkma yasaklarının kalktığı, cep telefonu ve elektronik posta adresi alabilmeye başladıkları bir tarih olmuş. Ekonominin düze çıkmaması nedeniyle Raul Castro 500 bin kişiyi işten çıkarmış ve kendi işletmelerini açmalarına izin verilmiş. Bugünkü turizm pazarından pay alan küçük işletmeler Raul Castro döneminin göreli liberal politikalarının bir sonucu.
Ekonomistlerin 2018’de büyük ölçüde ortadan kalkacağını umdukları Küba’da, ABD’nin koyduğu ambargolara Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle eklenen zorluklar turizmin kapılarını zorlamış. Son yıllarda İspanyol, Kanadalı ve Alman birçok otel zinciri Küba’da yatırım yapmaya başlamış. Küba yetkilileri bu sektöre eleman yetiştirecek eğitim alt yapısını da hazırlamışlar. Üzerinde ‘Transtur’ yazan, kırmızı mavi ve beyaz renklere boyanmış irili ufaklı otobüs ve minibüsler turistlere hizmet vermek üzere her yerde karşınıza çıkabiliyor.
Küba’da ‘patlayan’ turizmden sadece tüzel kişiler şirketler ve girişimciler faydalanmıyor. Abartılı makyajı, geleneksel giysileri, ellerinde ve başlarında çiçekleri, ağzında purolarıyla kendileriyle fotoğraf çektirmek isteyen turistleri bekleyen kadınlar bunun karşılığında 1 CUC alıyor…
Bunlara ‘Dandy’ deniyormuş. Fotoğraf çektirmek için onlara sarılan erkeklerin yanaklarında kocaman kırmızı bir öpücük izi bırakarak para istiyorlar. Bu karakterler Havana sokaklarından günlük telaşları içinde değil fotoğraf çektirerek para kazanmak için bulunduklarını bilmek Küba’ya ‘demokrasi’nin çoktan geldiğini düşündürüyor. Bazıları sadece poz vermek için değil çiçek satmak için ordalar.
Kamudaki işlerinden aldıkları cüzi maaşı artırmak üzere herkes kendisine yeni bir gelir kaynağı bulmaya çalışıyor. Üç tekerlekli hindistan cevizi formundaki coco-taksiler, bisikletten dönüştürülen bisi(klet) taksiler, at arabaları, ulaşım sektörüne girmiş.
El arabalarında sebze meyve satışı yapanlar, evlerin sokağa açılan penceresinin hemen önünde kurulan kafeteryalar, odalarını ve hatta hiç tereddütsüz kendi yatak odalarını turistlere kiralayanlar, ‘paladar’ diye anılan ev-restoranlar da ek gelir olanaklarına çoktan eklenmiş. 1990’lardaki krizin ardından turizmle bir şekilde uğraşmak her kesim için en büyük cazibe merkezini oluşturuyor.
Turizmle birlikte yeni bir gelir alanı da el sanatları ve hediyelik eşya üretimiyle yaratılmış. En özgün olanları, bana göre, sokak ressamlarının tabloları ve el sanatı ürünleriydi. 1925 yılında kurulan Küba Komünist Partisi merkez organının resmi yayını ‘Granma’ gazetesinin eski kapak sayfalarının üzerine kolaj, teneke kutulardan araba, kamera ve çanta yapanlar hem yaratıcılık hem de geri dönüşüm konusunda çok şey vadediyordu. ‘Granma’, adını aralarında Che Guevara, Fidel ve Raul Castro kardeşlerin de bulunduğu 82 kişiyi Meksika’dan Küba’ya taşıyan tekneden alıyor.
11 milyon nüfusu olan Küba’yı anlamak için Birleşmiş Milletler İnsani Kalkınma Endeksi’nin yayınlandığı yıllık raporlara bakmak yeterli. Küba, gelişim düzeyinde 187 ülke arasında 44. sırada yer alıyor.
Küba devrimden sonra, her kentte kurduğu üniversiteler sayesinde, 700 bin üniversite mezunu vermiş. 30 bin tıp doktoru, sadece Küba’da değil Orta ve Güney Amerika ülkelerinde de, sağlık hizmetlerinde çok iyi bir servis veriyorlar. Güney Afrika ülkelerinden Zimbabwe, Mozambik ve Namibya’da eğitim gören ilk kuşak doktorlar, öğretmenler, mühendisler eğitimlerini Küba’da almış. Küba hala bu ülkelerden gelen birçok gence eğitim bursu sağlıyormuş.
İnsani Kalkınma Endeks’inin sağlık bölümüne bakacak olursak ortalama yaşam beklentisinin 79.26 yıl; bebek ölümlerinin binde 4; beş yaş altı çocuk ölümlerinin binde 6 olduğunu; ulusal gelirin yüzde 10’unun sağlık harcamalarına gittiğini görüyoruz. Yetişkin okuma yazma oranın 99.8 olduğu Küba’da 14.5 yılın okulda geçirilmesi bekleniyor.
Her dokuz öğrenciye bir öğretmen düşerken eğitime harcanan bütçe ulusal harcamanın yüzde12.86’sını oluşturuyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği indeksi 0.35 olan Küba’da parlamentodaki kadınların oranı yüzde 48.85, kadınların işgücüne katılım oranı yüzde 43.3, nüfusa göre istihdam oranı ise yüzde 58.4.
Güvenlik konusuna bakıldığında evsizlerin oranı yüzde 1.9, suç oranı yüzde 0.51. Kişi başına düşen karbondioksit emisyon oranı 3.4 ton.
Otobüs yolculuklarımız sırasında irili ufaklı elektrik santralleri görüyoruz; hepsi akaryakıtla çalışıyormuş. Bu arada rehberimiz yarım kalmış bir nükleer enerji santralinden de bahsediyor. Yol boyunca petrol kuyuları ve pompaları görüyoruz. Bir cent yerinden oynadığında kalbi pırtlayan ABD’nin neden Küba’ya karşı bu kadar hassas olduğunu daha iyi anlıyoruz.
Yol kenarlarında ve bazı meydanlarda gülen resimleriyle karşımıza çıkan Chavez’in ülkesi Venezüela’nın yardımlarıyla petrol fiyatının Küba’da düşük olduğunu öğreniyoruz. Chavez, Küba’ya barter sistemiyle 3.5 milyar dolarlık bir yardımda bulunuyormuş.
Sosyolog John Uryy’nin Lacan ve Foucault’un ‘bakış’ kavramından esinlenerek 1990’larda ortaya attığı ‘turist bakışı’ kavramının en önemli nesnelerinden biri Küba’daki 1950’lerden kalma Amerikan otomobilleri.
Bu arabalar ülkedeki taşımacılığın büyük bölümünü üstlenmiş durumda. Zira bu araçlar hiç de öyle tek tük değil. Küba sokaklarında bu arabalar tam da turist bakışının aradığı otantik veya egzotik görüntüleri sunuyor, bir film platosu havası yaratıyor.
Rehberimiz, 1950lerden kalma Chevrolet, Buick, Rover gibi ABD markalı geniş kanatlı otomobillerin ‘makine’ olarak adlandırıldığını, Kübalı ustaların bunların tamirinde çok yaratıcı olduklarını ve hatta Küba’daki araba mezarlıklarında sadece ülkeye girmeyi başaran az sayıdaki dijital beyinli arabaların görüleceğini, çünkü bunları tamir edecek bir altyapının bulunmadığını söylüyor.
Her yerde istemesek de maruz kaldığımız, kulaklarımızı tırmalayan, gözlerimize giren ve suratımıza çarpan reklam panolarının Küba’da hiç olmadığını fark ediyoruz. İşte o zaman nasıl bir kirliliğe maruz kaldığımızı idrak etmemek elde değil.
Reklam panolarının yokluğu bir ferahlık veriyor, ufkumuzu açıyor. Daha çok şehir girişlerinde ya da geniş alanlarda propaganda mesajlarının yer aldığı büyük panoları ve duvar resimlerini görüyoruz.
‘Üç Efsane’, ‘Sürekli Devrim’, ‘Arkadaşım Chavez’ gibi içinde bol kırmızılar olan bu panolarda Fidel’i görmek (halkı one öyle sesleniyormuş) çok zor. Bir iki kere Raul’e rastlıyoruz. Eskiden ABD’yi eleştiren panolar varmış, biz onları göremedik. Daha çok Che’nin portresini ve devrim sloganlarını görüyoruz.
Parkların, okulların duvarları grafittilerle süslenmeye başlanmış. Kaldırımda yürürken gömülü durumda bir seramik içinde gülümseyen bir yüz aniden ayaklarınızın ucunda belirebilir. Herhangi bir köşede, duvarda, kaldırımda sizi şaşırtacak bir sokak sanatıyla karşılaşabilirsiniz.
Gezi için bize verilen kitapçıkta ‘çarpıcı bir mimari eşliğinde’ ifadesi geçiyordu. Küba sokaklarında dolaşmaya başlayana kadar bu ‘çarpıcı’nın ne demek olduğunu doğrusu çok anlamıyoruz, ancak ana yoldan ayrılıp arka sokaklara sızmaya başlayınca bu mimariyi anlatabilecek en iyi sözcüğün ancak ‘çarpıcı’ olabileceğini düşünüyoruz.
Eskiliğine meydan okuyan pastel ve çılgın renklere boyanmış duvar, kapı, pencere ve panjurlar, yerlerde ve binaların üzerindeki mozaikler, balkonlarda salınan yıkanmış çamaşırlar arasında dinginlikle yürüyen ya da bir duvara yaslanıp sokağı izleyen Kübalıların ‘çarpıcı’ huzurunu da görüyoruz…
Bir yerlerden tanıdığımız ama elimizden yavaş yavaş alındığı için yokluğunu unuttuğumuz çocukluk ve gençliğimizin sokaklarına geri dönüyoruz. 80’lerde doğmuş, kentli, okumuş yazmış, orta sınıf ailelerden gelen gençlerin hiç bilmediği bir mahallede olma hali bu. Bütün mahalle bir ev gibi.
Güven içinde koşturabileceğiniz, balkona seslenerek arkadaşınızı aşağı çağırabileceğiniz sokaklar. Kordondan rastgele içlerine daldığımız sokaklarda yürürken iki sokağı birbirine bağlayan bir geçit görüyoruz. Bu geçitte yerler, duvarlar ve banklar bir sanatçı tarafından resimlenmiş.
Banklar kenarları kesilmiş küvetlerden oluşuyor. Bazı küvetler dik konumda ve içinde Küçük Prens’in çeşitli pozları var. Çarpıcı bir mimarinin içinde bu sanat sürpriziyle buluşmaktan dolayı heyecanlanıyoruz.
16. yüzyılda kurulan Havana 17. yüzyılda başkent olur, o gün bugündür başkent. Havana’da konakladığımız otel Nacionel de Cuba Hotel. 1930 yılında açılışı yapılmış 457 odalı bir otel. 1962 Füze Krizi sırasında Fidel Castro ve Che Guevara bu oteli üs olarak kullanmış. Otelde bu kriz dönemine ait küçük bir müze de var.
Otelde Frank Sinatra, Ava Gardner, Marlene Dietrich, Gary Cooper, Marlon Brando, Ernest Hemingway ve Winston Churchill de kalmış. Kaldıkları odaların kapısına birer levha yerleştirilmiş. Bizim son gecemizde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve ekibi de bu ünlüler arasına eklenmiş olabilir.
Bir Cumartesi sabahı, otelden çıkıp sahile ulaşıyoruz. Çöp toplayanlar bir gece öncenin izlerini ortadan kaldırmaya çalışıyor hızla. Sahile vardığımız yer Maine zırhlısı için dikilen anıtın olduğu nokta oluyor. Maine zırhlısından kalan anıtın iki yanındaki toplar üzerinde, hala gürültüyle eğlenmeye devam eden gençler bizin yabancı olduğumuz anlıyor ve fotoğraflarını çekmemiz için bize poz veriyor.
Maine zırhlısı büyük bir tarihi öneme sahip. Kübalılar İspanyollara karşı savaşırken Amerika’nın savaşa dahil olarak, Fidel Castro’nun “Yüreğimize saplanan bir hançerdir” dediği Guantanamo’yu ele geçirmek için batırdığı belgelenmiş Amerikan gemisi. Eski Havana’ya doğru ilerlerken sahil boyunca balık tutanları, volta atanları tempolu yürüyenleri köpeklerini gezdirenleri ve koşanları görüyoruz.
Daha sonraki yürüyüşlerimizde hafta içi sabahlarda bu denli kalabalık olmadığını ve o kalabalığın muhtemelen Cuma gecesinden kaldıklarını fark ediyoruz.
Devrim Meydanı’na gitmek üzere yola çıkıyoruz. Yağmurun ve güneşin yemyeşil yaptığı Küba topraklarından bamyan ağacı, palmiyelerin, hindistan cevizi ağaçlarının, dev yapraklı gingkoların arasından geçerek Yeni Havana’ya doğru ilerlerken Kübalıların ‘Amerikan çıkarları noktası’ (Casa de las Americas) olarak andığı binayı görüyoruz.
Yakın zamana kadar Kübalı yetkililer bu binayı çok güçlü projektörlerle aydınlatarak, içerdekileri rahatsız etmeye çalışırken, binanın üzerinde ABD’nin yerleştirdiği lazer ışıklarıyla Küba halkına ‘Castro kardeşlerden kurtulun’ mesajı verilirmiş. Bu binanın hemen öncesindeki kurucu kahraman Jose Marti’nin anıtında Marti, kucağındaki çocuğa bu noktayı göstermekteymiş. ABD 1898’de, Küba’yı İspanyollardan ‘kurtarınca’ ormanlık alanda Yeni Havana’yı kurmuş.
Devrim Meydanı, Plaza de Revolucion. 1953’te Batista tarafından inşa edilen meydan ihaleyi kazanan firma diktatörün hoşuna gitmediği için yeniden ihale yaptırarak tanıdığına verdirdiği bir proje. Burada olan herkes Che’nin yüzünün eskizi olan ve gölgesini duvara vurduğu o noktada bir fotoğraf çekiyor. Anıt sütununun altında mermer bir Jose Marti heykeli var.
Her yıl 1 Mayıs’ların ve devrimin yıldönümünün kutlandığı bu meydan o kadar boş ki bu erken saatte. Anıtın karşısındaki iki büyük binanın birisinde Che’nin, diğerinde Camilo’nun kocaman ferforje portreleri hem çok heybetli hem çok sade biçimde tüm binayı kaplamış. Burada olan herkes Che’nin yüzünün eskizi olan ve gölgesinin duvara vurduğu o noktada bir fotoğraf çekiyor. “Zafere kadar mücadeleye devam” diyen, sosyal adaletsizliği erken yaşlarda bir motosiklet gezi sırasında keşfeden ve adaletsizliği ortadan kaldırmak için yine arkadaşlarıyla ülke ülke gezerek devrimlere katılan Che Guevara, bu sefer biz gezginlerin turist bakışı altındaki efsanevi bir kahraman olarak kim bilir kaç kişinin fotoğraf albümünde yerini aldı?
Havana merkezi üç bölgeden oluşuyor. Plaza de la Catedral, Plaza de Armas, Plaza de San Francisco, Plaza Vieja ve Joe Marti müzesi ve Palacio de los Capitanes Generales müzesinin bulunduğu tarihi Havana, yani La Habana Vieja. Diğer komşu bölge Centro Habana ise puro fabrikası, Havana Büyük Tiyatrosu ve Capitolio, Aldama Sarayı, Ulusal Müzik Müzesi ve San Salvador de la Punto Kalesi’nin bulunduğu yer.
Havana’nın en prestijli bulvarı olarak bilinen Paseo del Prado, Prado Caddesi’nin aslanlı girişine geliyoruz; Arjantin’de benzer projeler yapmış İspanyollardan iş almayı başarmış bir Fransız peyzaj mimarı Jean-Claude Forestier tarafından yapılmış. Bu ünlü Fransız peyzaj mimarının, aristokratları kentin bu bölgesine çeken bu prestijli işi, aslında Havana’daki büyük bir şehir plancılığı projesinin başlangıcı iken 1929 kriziyle sonlandırılamamış.
Plaza Del Armes’da ikinci el kitaplar satılıyor. Küba modern sanatının güzel örneklerini Grandma gazetesinin eski sayılarının üzerinde yapılmış kolajlarda görülebilir. Ayrıca türlü çeşit Fidel, Che ve Jose Marti poster ve kitapları bildiğiniz bütün Batı dillerinde mevcut.
Havana Centro ya da Prado’nun ev sahipiliği yaptığı iki yerden bahsetmek gerek. Birincisi Batista tarafından başkanlık ofisi olarak kullanılmış olan Devrim Müzesi. Müze gezginlerinin artık eski moda bulacağı bir tarzda eserlerin ve parçaların sergilendiği müzede, devrim öncesi silahlı gerilla mücadelesi ve 1990lara kadar devrimden sonraki kazanımların belge ve fotoğrafları sergileniyor. Müzenin Che, Fidel, Raul ve arkadaşlarını 1959’da Meksika’dan Küba’ya taşıyan Granma adlı teknenin de bulunduğu bir bölüm var.
Şehrin bu bölgesinde ziyaret edemediğimiz 1913 yılında kurulan Ulusal Güzel Sanatlar Müzesi var. Müze çek geniş bir koleksiyonun yanında eğitim faaliyetleri yapıyor. Çeşitli oditoryumları ve kütüphanesi var. Devrimden sonra müzenin koleksiyonuna çok yeni çalışmalar eklenmiş.
Şu anda uluslararası ve Küba sanatı olarak ayrılabilecek iki kategoride eserler sergileniyormuş. Uluslararası bölümde İspanyol, İtalyan ve Fransız sanatçıların eserlerinin yanında ABD ve Latin Amerika eserleri, eski Roma, Mısır Fenike ve Etrüks koleksiyonları da bulunmaktaymış. Müzenin ikinci bölümü olan Küba sanatı bölümü ise 18-21. yüzyıl Küba sanatı örneklerinden oluşan sürekli bir sergi içermekteymiş. Avrupalı avangard ve Afrikalı sanatçılardan esinlenen Wilfredo Lam ve Agustin Cardenas’ın çalışmaları özellikle öneriliyor.
Modern Küba resminin öncüsü olarak anılan Victor Manule Garcia’nın eserlerinin sergilendiği bu bölümde Küba sanatının zaman içindeki gelişmesinin izlenebileceği kronolojik bir düzenleme yapılmış. 1950’lerden sonra figüratif sanatı terk eden Küba santının örneklerini Guido Llinas, Hugo Consuegra, Servando Cabrera, Raul Martinez ve Manuel Mendive’nin çalışmaları da görülebilirmiş.
16. yüzyılda denizden gelen korsan gemilerinin görülmesi için yüksek binaların inşa edilmesine izin verilmeyen Vedado bölgesi, bugün şehrin kültür merkezi niteliğinde. Nacionel de Cuba Hotel ve Hotel Havana Libre burda. Amerikan çıkarları noktası, Dekoratif Sanatlar Müzesi, şeker kamışı tüccarı Julio Lobo’nun dünyanın çeşitli yerlerinden getirttiği Napolyon dönemi eserlerini sergilendiği Napolyon Müzesi, Ulusal Tiyatro, Kütüphane, Devrim Meydanı, Jose Marti Anıtı ve 1728’de eski Havana’da kurulan Havana Üniversitesi’nin girişi 1902’de buraya taşınmış.
Küba’da dini inançların yüzdelik oranları belli değil. Katolik Hristiyanlıkla Afrikalı pagan dinlerin karışımından doğan Santiorini dini Küba’ya özgü. Havana’daki ender neo-gotik mimari yapılardan biri olan Sagrado Corazon kilisenin yanında beyazlar giymiş Santioriniler göze çarpıyor. Havana’da hep turistlerin birbirine çarparak geçtiği noktaları hızla geçiyoruz.
ABD Kongre binasının bir benzeri olan ve şu anda tamirde olan Capitolone binası yakında 609 vekili olan meclise ev sahipliği yapmaya başlayacak.
2 bin kişilik kapasitesiyle 1915’te ilk kez Verdi’nin Aida operasıyla perdesini açan Havana Opera ve Tiyatro Sarayı, 1897’de Luimer kardeşlerin sinemayı duyurmasından hemen sonra açılan Payret sineması hemen bu caddenin üzerinde. Aslında bütün kent bir müze kadar heyecan verici iken bazı binaların önünde daha çok kameralı kalabalıklar var.
Sabah yürüyüşümüzde bize gülümseyen ve laf atanlardan biri Pablo. Türkiyeli olduğumuzu öğrenince babasının babası olan dedesinin 25 yıl boyunca denizci olarak Türkiye’ye gidip geldiğini söylüyor. Öğleden sonra Capitolone binasının arkasında puro festivali olduğunu, fabrikalardan puro alınmaması gerektiğini çünkü paranın hükümete gittiğini ve eğer on dakika beklersek arkadaşı Eduardo’nun bize bir çanta puro getirebileceğini söylüyor. Nazikçe teşekkür edip ayrılıyoruz. Sonradan yerel rehberimizi Kenia’dan öğreniyoruz ki festival bir yaygın yalan, ama neden söylendiğini bilmiyoruz.
Vedada’dan çıkıp Prada’ya gidiyoruz, Capitolone’nin hemen yanından. İspanyol şair Garcia Lorca burada kısa bir süre kalmış. Hemingway ise 21 yılını burda geçirmiş. La Floridita Hemingway’ın arabasıyla gelip gazetesini okuduğu, bir yazı üzerinde çalışıyorsa barın üzerine “Beni rahatsız etmeyin” yazısı koyarmış. Teknesi Pilar ile denize açılacağı gün ise çokca konuşurmuş.
Havana Haliçi’ne giriyoruz. Catillo de Morro 1589 ve Castillo del Punto 18 Yüzyıl’da yapılmış. İki kalenin arasında gecenin bir saati zincir çekilir ve kent böyle korunurmuş. 1995 yılında Esenyurt Belediyesi’nin Küba ziyaretinden sonra Havana ve Esenyurt’ta karşılıklı olarak 19 Mayıs tarihinde Atatürk’ün ve Jose Marti’nin anıtları dikilmiş.
19 Mayıs’ın bizdeki anlamı belli, Marti için anlamı ise onun öldürüldüğü gün olması. Marti’nin anıtı Esenyurt’ta bir parktaymış. Marti 19 Mayıs 1895’te İspanyollara karşı Küba’ya yapılan çıkartmada İspanyollar tarafından vurulup öldürüldüğünde henüz 42 yaşındaymış. Küba onu hem bir kurucu hem bir şair ve edebiyatçı olarak her köşede anıyor.
Buralarda dolaşırken devletin ürettiği parfümleri ve kolonyaları satan bir dükkan gözümüze çarpıyor, müşterilerin seçtikleri parfümün çantalarından çıkardıkları minik şişelere tezgahtarların şırınga ile dolduruluşunu izliyoruz. Burada rastladığımız bir başka şey ise Çikolata Müzesi.
Hafta sonu olduğu için çok kalabalık, çoluk çocuk müzenin kapısında içeriye girmek için bekliyor. Plaza del San Francisco ‘hoşgörü sanatı’ (The art of tolerans) dedikleri pankartlarla süslenmiş. Dünyanın birçok ülkesinden kocaman kucak açmış ayı heykellerinin durduğu bir meydana dönmüş. Her heykelin altından hangi ülkeden geldiği yazıyor.
Saat 10-15 arası Havana sokaklarındaki yürüyüşümüzde yedi sekiz ayrı canlı müzik performansına rastladık. Yürüyüşümüzde yeterince bahşiş aldıkları için bizim peşimizden ayrılmayan üç gitarcıdan oluşan topluluk gezi boyunca duyacağımız şarkıları söylediler.
Sözleri Jose Marti’ye ait olan ve düzenlemesi Julian Orbon tarafından yapılan ve ancak ABD’li vokal grubu Sanpipers tarafından seslendirildikten sonra çok ünlenen Guantanamero, Küba’da ulusal marştan daha çok çalınıp dillenen bir şarkı olarak kabul ediliyormuş. Bu şarkının yanı sıra Velázquez’in Besamo mucho’su, Comandante Che Guevara, Compay Segundo’dan Chan Chan. Sokaklarda dinlediğimiz müzik grupları bu şarkılarının yer aldığı albümleri de ortalama 10 CUC karşılığında satıyorlar. Çok sayıda bildik bilmedik albümlerin kopyalarını da bulmak mümkün.
Haliçin hemen yanındaki büyük limanın eski antrepolarının yanında kurulu San Hose el sanatları pazarı birbirine çok benzer şeylerin satıldığı kocaman bir alan. Çok özel fotoğrafların resim ve kolajların yağı boyaların olduğu sergiler de yok değil. Sanatçıların kimileriyle tanışmak da mümkün.
Önce “İspanyolca biliyor musun?” diye soruyorlar. “Hayır” deyince nereli olduğunuzu tahmin etmeye çalışıyorlar. Türkiye ilk dörde giriyor, bunda aynı tarihlerde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Küba’ya gelecek olması rol oynamış olabilir. Demek Türkiye’den gelen var. Bir arkadaşımız Türk dizilerinin Küba’da da izlendiğini söylüyor. Ne yazık ki bu konuda konuşacak kimseyi bulamıyoruz. Acaba Kübalı kadınlar da Türk erkeklerine bayılıyor mu? Bunu öğrenemeden geliyoruz.
Bir öğretmenin ortalama 500 peso aldığını öğreniyoruz. Karşılığı 20 Euro yani 60 TL; doktorlar ise 600-650 peso. Küba’da 1994 yılında kısıtlı olarak kullanılmış ancak Kasım 2004 tarihinden itibaren sadece Küba içinde alınıp satılabilen iki ayrı para birimi çalışıyor. Yabancı ziyaretçilerin kullandığı ve ABD Doları’na göre ayarlanmış olan CUC 2004 yılından Küba vatandaşlarının da lüks tüketim için kullandığı para birimi haline gelmiş. CUC , cavito olarak da biliniyor.
2006 yılında basılan yeni yüzlerinde banknotların bir yüzleri ‘sosyalist tarih ve kazanımlar’ temasına ayrılmış. Örneğin 20 CUC banknotlarda Kübalı doktorların bir uçağın içinde gerçekleştirdikleri göz ameliyatı canlandırması yer alıyor ve Operacion Milagro (mucize operasyon) olarak adlandırılıyor. Kübalı doktorlar çeşitli Orta ve Güney Amerika ülkesinde toplam 6 milyon kişini genel sağlık taramasını gerçekleştirmiş.
Rehberimiz Kıvanç bey 1959 devriminden sonra çoğunlukla Havanalı 25 kişinin Küba kırsal alanlarında ve Bolivya’da sayısız insana kokuma yazma öğrettiğini aktarıyor.
Kübalı rehberimiz Keina’nın yardımıyla her dört kişilik aile için 250 gr kahve, 2 kg beyaz, 1 kg kahverengi şeker, 1 litre yağ, 40 yumurta, iki tavuk, iki balık, diş macunu, iki sabun, bir normal bir hafif olmak üzere iki sigara, eğer evde 7 yaşın altında veya 60 üzerinde yaşayan varsa ek gıdalar da verilebildiğini öğreniyoruz.
Aylık ortalama su faturasının TL karşılığı 15 kuruş, ortalama elektrik faturası 4-5 TL. Yaz aylarında bu bedel 7 TL’ye çıkabiliyormuş. Rehberimiz “Nasıl geçiniyorlar” sorusunu şöyle yanıtlıyor. “Bu soruyu burda değil Türkiye’de sormalıyız.”
Sosyal güvenlik Küba’nın en az duyurulan, turistlerin ön çok gözünden kaçan veya duyurulmasından kaçınılan yönü olsa gerek. Havana sokaklarında yürürken hamile kadınlar için bilgi ve danışma merkezleri, mahale kliniklerine, çocuk ve bebek hastalıkları hastaneleri ve kliniklerine rastlıyoruz.
Hamileliklerini öğrendikten sonra bütün kadınların gitmek zorunda olduğu merkezlerden başlayarak 22 yaşına gelmiş üniversiteyi bitirmiş ya da meslek okulundan mezun olmuş herkesin devlet güvencesinde olduğu bir ülkeyi bu dünyanın gözleriyle görmek ancak insanların yüzlerine vurulan huzurla ve sükunet ve olgunlukla açıklanabilir.
6-11 yaş arası ilkokul, 12-15 yaş arası ortaokul ve 15-18 yaş arası lise eğitim veriliyor. 110 bin üniversite kayıtlı öğrenci var. 22 yaşına gelen erkek askerlik veya sosyal hizmetten birini tercih etmek durumundaymış. En sevilen spor beyzbol, voleybol ve boksmuş. Ancak beyzbol Küba’da yerini futbola bırakmaya başlamış çoktan.
Cohimar, Hemingway’in teknesi Pilar’ın durduğu balıkçı köyü. Limandaki Hemingway anıtını, ölümünü duyan balıkçı arkadaşları teknelerini çarklarını eriterek yaptırmışlar. Ev köyde, Pilar da evin bahçesinde. Evin içine girilmiyor ancak pencerelerden içeri bakılabiliyor.
Oturma odasında zamanın dergileri duruyor. Mutfakta, eşiyle her seferinde sadece bir konuk kabul ettikleri için, masanın etrafında sıralanmış üç sandalye var. Picasso’nun bir seramik çalışmasının duvarda asılı olduğu çalışma odasında ise kitaplar ve üzerinde Hemingway’in mührünün durduğu çalışma masası.
Havana’nın dışındaki bu köyde Hemingway’in nasıl çalıştığı, kimleri evine kabul ettiği, komşularıyla ilişkisi ne kadar anlatılsa da bu evin etrafından içeri bakan herkes kendi hikayesini yazıyordur. Turist bakışı Hemingway’in geçmişini merak ettikçe ve de bu bakışa göre pencerelerini açarak duruş geliştirmiş.
Pinar Del Rio‘ya giderken yolda para göstererek otostop çekenler var. Yakın bir geçmişe dek yol kıyısında bekleyenleri almanın zorunlu olduğu dönemden kalma bir gelenek. Ancak parayı CUC olarak gösterenler araca girdikten sonra pesoya dönüştürmeye başlamışlar bile. Bu örnek de Küba’ya demokrasinin geldiğini bir göstergesi olarak okunabilir.
Pinar Del Rio adanın ilk puro fabrikasının kurulduğu yer. Her yanımız tütün bahçeleri, onların içine konmuş bir kuş gibi duran küçük çiftlik evleri ve yanıbaşlarında tütünlerin kurutulduğu üstü palmiye yapraklarıyla örtülü yapılar. Birkaç aile işletmesi kafeteryayla karşılaşıyoruz.
Tütün hakkında konuşmak üzere durduğumuz çiftçi ailesinin de bir küçük kafeteryası var ama ev sahibi kadın bize kahve ikram etmekte ısrarlı. Çifçi 57 balya türüne 60 CUC alıyormuş.
Bu bölgede kilometrelerce şeker kamışı, türün, mango ve hindistan cevizi tarlalarından bahçelerinden geçiyoruz. Yaşının 160-200 milyon yıl olduğun hesaplanan Vinyales Vadisi’nde bir doğa resmi görmeye gidiyoruz. Bu kaya resmi 1959-62 yılları arasında Meksikalı ünlü ressam Rivera’nın öğrencisi Leovigildo Gonzales tarafından yapılmış.
Sarı, kırmızı, mavi yeşilin hakim olduğu bu kaya resminde Gonzales amiplerden başlayarak homo sapiense uzanan süreci anlatmış. Resim 1980’de tamir edilip yenilenmiş. Dünyanın en büyük açık havada sergilenen doğa resimlerinden biri olarak anılıyor.
Kristof Kolomb’un 1498’de yeni dünyaya hareket ederken gemiye diğer bitkilerle yüklediği şeker kamışı dünyadaki şeker üretiminin yüzde 70’ini karşılıyormuş. Bunun yüzde 50’si Küba’nın da dahil olduğu Orta ve Güney Amerika’dan geliyormuş. Şeker kamışı ünlü Küba romu Havana Club’ın da ham maddesi.
Havana Club hemen her alkolsüz içeceğe katılabiliyor. Sıkça “Romlu mu romsuz mu?” diye soruluyor. En yaygın kullanılanı silver dry olanı, diğerlerinin yaşı arttıkça şişedeki rengi koyulaşıyor. Carta Blanca üç yıllık, Carta Oro beş ve Küba kolası Tukola ile karıştırılınca ‘Cuba Libre’ olan Anejo yedi yaşında.
Çok sıcak bir saatte ulaştığımız Cienfiegos şehri Fransız sömürgeciler tarafından kurulmuş. İlk yerleşenlerden bir grup bugünkü Luisianalılarmış. Burada yat limanından denizi ve hemen yanındaki Endülüs mimarisi örneği olan eski bir şeker kamışı tüccarının evi olan Devale Sarayı’nın terasından kenti izliyoruz.
Trinidad
Trinidad yolundayız. Domuzlar Körfezi Çıkartması’nın olduğu Giron Plajı’ndan geçiyoruz. Yol boyunca çatışmalarda ölen Kübalıların mezarları ve onları anan yazılar var. Bu sırada rehberimiz Kıvanç beyden Kennedy yönetimindeki ABD’nin şeker kamışı ve petrol ihracatını kısıtlamasıyla başlayan Küba’nın karşılaştığı uzun süren ambargonun hikayesini ve Küba’nın Doğu Bloku ülkeleriyle hangi koşullarda yakınlaştığını dinliyoruz.
Trininad geçen yıl kuruluşunun 500. yıldönümünü kutlamış. Kutlamanın izleri hala duvarlarda yaşıyor. Egzotik tatil kartpostallarında karşımıza çıkan bir manzarayla merhaba diyor Trinidad sahili bize. Palmiye ağaçlarının hemen ardından bembeyaz mercan kumsallarının üzerinden kıpkızıl bir güneş batıyor. Burada bir gece kalacağız.
Otelin altındaki markette çok az sayıda bisküvi ve temel ihtiyaçlar var. Girişte iki genç banttan çaldıkları bir müzik eşliğinde dans gösterisi yapıyor. Bazıları hemen denize giriyor. İyi de ediyorlar çünkü bir kez daha bu kadar renkli mercanlar ve balıklar göremiyoruz.
Trinidad’da akşam yemeğimizi yine bir Paladar’da yiyor ve oraya çok yakın mesafedeki katedralin yanındaki meydanda dans gecesine gidiyoruz. Yol boyunca peşimize “Hellooo” diyen çocuklar takılıyor. Artık gezimizin ortalarında olduğumuz için öğrendik: Çantamızdan sabun, şampuan, bonbon şekerlerini birer birer dağıtarak ilerliyoruz. Hediyeleri alan çocuklar “Gracias” çığlıklarıyla koşarak dağılıyor ve biraz sonra yeni arkadaşlarıyla geri geliyorlar. Minicik ellerini heyecanla çırparak bizi bekliyorlar.
Bizim gibi turistler arasında salsa öğrenenler kadar, salsa yaptığı çok belli buraya pratik yapmaya gelmiş ziyaretçiler var. İki band sahneye çıkıyor ardarda. Yerliler daha çok Kübalı erkeklerden oluşuyor. Bir iki erkek iki kadınla aynı anda dans ediyor. Salsanın sadece adımlardan değil beden kıvrımlarından oluştuğunu, hatta adımlardan daha önemli olduğunu bir kez daha anlıyoruz.
Trinidad’daki tek sabahımızda hemen denize giriyoruz. Renkli balıklardan birkaçını görünce gezinin bundan sonrasında rengarenk mercan ve balıklar görecek sahillere gideceğimiz umuyoruz. Kahvaltıyı yapmadan otobüse atlıyoruz.
Trininadad’ın dar sokaklarında otobüs bizi bırakıp ortadan kayboluyor. Bu kentte biraz yürümek çok iyi fikir. Kent Karaib korsanlarının saldırısından korunmak için denizden içeriye kurulmuş. Geziye katılan ekip gezi öncesi toplantısından ve daha önceki Küba gezginlerinden ne gibi armağanlar getirilmesi gerektiğini öğrenmiş. Hala elimizde çok sayıda kalem, kırtasiye malzemesi başta olmak üzere çeşitli armağanlar var.
Rehberimiz Trinidad sokaklarındaki bir ilkokulun idarecileriyle konuşup içeri giriş izni alıyor. 5-11 yaşları arasında 307 öğrencinin olduğu okulda iki idareci bir halkla ilişkilerden sorumlu birisi, 44 öğretmen varmış. Tek katlı binanın bir bahçeye bakan odalarında sınıflar, kütüphane, oyuncak odası ve laboratuarlar sıralanmış. Bazı sınıflardan daha küçük yaş grubundaki çocukların devam ettiği biri biz ordayken ara veriyor.
Çocuklar bahçeye çıkıyor, öğretmenlerinin bir sacayak üzerine koydugu çinko bir leğende şişeden döktüğü suyla ellerini yıkıyor ve leğenin etrafında keyifle dönerek minicik havlularıyla ellerini kuruluyorlar. Okulun bahçesinde spor dersi ve ‘kızlı-erkekli’ bir grup futbol oynuyor. Ekipten iki kişi aralarına katılıyor. Kalemleri, şekerleri ve elimizdeki diğer tüm armağanları burada dağıtıyor dağıtamadıklarımız okul yöneticilerine veriyor ve çıkıyoruz.
Bu ziyaret herkese iyi geliyor, ‘turist bakışı’ndan biraz kurtarıyor bizi.
Santa Clara
Santa Clara yolundayız. Burası Havana’dan sonra ikici büyük kent. Dünden hazırladık, herkesin üzerinde bir Che var.
Küba’nın en popüler kahramanının ve arkadaşlarının 1997’de kemiklerinin Bolivya’dan alınmasından sonra kurulan mozolenin ve müzenin önünde bizi bir kolunda sargı diğerinde silahla Che anıtı karşılıyor.
Binaya doğru ilerliyoruz, burası çok yeni bir sergileme anlayışıyla hazırlanmış. Che’nin Che olmadan önce astımlı bir çocukken nasıl yaşadığı hakkında bir fikrimiz var artık. İlkokul karnesini, teyzesine yazdığı mektubu, motosikletle dolaştığı dönemi, kullandığı tıp aletlerini ve diğer kişisel eşyalarını görüyoruz.
Mozole kısmında herkesten sessiz olması bekleniyor. Zaten o kadar derin bir kasvet var ki herkes orda süren bir yasın izini görebilir.
Varadero
Küba’nın batısında birçok yönetim birimini gezerken yüzlerce kilometre yol yaptık. 15 idari bölgeden yedisinden geçtik. Yol boyunca çok sayıda inşaata rastladık. Bunlardan inşaatların en yoğun olanı son ziyaret ettiğimiz Varadero bölgesiydi. Golf sahaları, oteller ve marinaların sayısının hızla yükseldiği bu bölgede çok kısa sürede geniş ziyaretçi kitlesinin gelişine bir hazırlık yapıldığı çok açıktı.
Rehberimizin söylediğine göre yıllık turist kapasitesi 3 milyon olan Küba’ya eğer engeller kalkar ise sadece ABD’den yılda 9 milyon turistin geleceği hesaplanmaktaydı. Bu gerçek kentsel dönüşümün bütün kentlerin dar sokaklarına yayılacağının ve kapı önlerinde oturup hayatın akışını sükunetle ve doygunlukla izleyen Kübalıların yerlerinden edileceğinin bir habercisi olarak da okunabilir.
Varadero’da alışveriş merkezleri, Batı’nın bildik outdoor markalarını satan mağazalar gözümüze çarpıyor. ”Küba’nın burasına demokrasi gelmiş” diyoruz, “Baksana her şey var.“
Ertesi gün serbest zaman. Varadero’ya çalışanların tamamını sağlayan 30 km ötedeki Cardenas kasabasına gidelim diyoruz. Böylece sıradan bir kentte hayat nasıl akıyor görebileceğiz. Yanımıza yeniden dağıtacak armağanlarımızı alıyoruz; bu kez daha iddialıyız, artık kendimiz için getirdiklerimizin bir kısmını da vereceğiz.
Cardenas
Kasabanın iki büyük meydanı var: Parque Colon ve sonradan Oscar Maria de Rojas Müzesi’ne dönüştürülmüş olan Parque Echevarria binası. Bu bina 1932-57 yılları arasında yaşamış, Batista karşıtı mücadelede yer almış ve öldürülmüş, Havana Üniversitesi Öğrenci Federasyonu Başkanı Antonio Echeverria’ya adanmış.
Cardenas sokakları çok kalabalık. Yollarda çok sayıda yaya, sevgililer günü için yapma çiçekler satan sokak satıcıları, meyve suyu satıcıları, bisikletler, dolmuş gibi kullanılan ve durakları olan at arabaları var. Sokaklarda yine aynı çarpıcı mimari eşliğinde yürüyoruz.
Devletin halka kumanya dağıttığı dükkanlar, bir iki süpermarket, sokak pazarı, çay bahçesi derken kendimizi bir başka caddede buluyoruz. Merdaneli çamaşır makinelerini ve tüplü televizyonların satıldığı bir beyaz eşya dükkanı, genç erkeklerin sevgililer günü gecesine hazırlandıkları Parisien kuaför, her yıl şubat ayında gerçekleşen kitap furanın afişinin bulunduğu kentin neredeyse en büyük ve aydınlık dükkanı olan bir kitapçı, sergilenen ürünlerin satılık olmadığı bir sanat galerisi, bir tarafında saat bir tarafında gözlük tamir edilen bir tamirci dükkanı… yürüyoruz.
Armağanlarımız öyle tek tek dağıtarak bitecek gibi değil. Bir köşede utangaç utangaç duruyoruz, çantaları açıyor ve ilk olarak bir giysiyi genç bir kadına uzatıyoruz. Sonra etrafımız kadınlı, erkekli, çocuklu bir grupla doluyor. “Gracias” sesleri arasında giysileri, çantaları, ojeleri, parfümleri, güneş gözlüklerini, mayo ve bikinileri, şapkaları, kremleri, sabun ve şampuanları onları koyduğumuz plastik poşetleri bile dağıtıyoruz.
Kimse ikinci bir şey talep etmiyor, kimse biz vermeden birş eye uzanmıyor. Onlar için de inanılmaz bir deneyim oduğunu anlıyoruz. Bir amca gelip sarılıyor. Annesiyle gelen bir küçük kız çocuğu daha sonra bizi bankanın önünde görüp teşekkür etmek için arkadaşımın kucağına geliyor ve kocaman bir kucak veriyor ona. Onlar da biz de çok mutlu ve çok şaşkınız.
Yakın zaman kadar kültürel örüntülerini turistler için koruyormuş gibi yapıp turizme göre vitrinlemeyen Küba’ya dair turist bakışı yanılgısı olabileceğini göze alarak son cümlemi yazıyorum: Renginizi, cinsiyetinizi unuttuğunuz, dininizin ve inançlarınızın bir önemi olmadığı, sadece insan olduğunuz için kabul gördüğünüz bir yeryüzü parçası hala kalmışsa orası Küba’dır.
Burada Hindistan’dan henüz dönmüş arkadaşımın Bamyan ağacı ile ilgili notunu düşeyim: “Banyan ağacı gölgesine yedi bin kişiyi sığdırabilen, devasa bir Hint ağacıymış. Tek bir ağaç; fakat neredeyse bir orman.. Banyan ağacı, ruhani liderleri Buddha “Ben banyan ağacıyım” dediği için Hintlilerce kutsal kabul ediliyor ve her bir dalının yere doğru uzamasıyla toprakta kök salarak yeni gövdeler oluşturduğu için ölümsüzlüğü simgeliyormuş.”
HANİFE ALİEFENDİOĞLU, Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Sinema ve Gazetecilik Bölümü Başkanı